Rehberlik Bültenleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocukta Özgüven

Özgüven bir insanın mutlu ve başarılı bir hayat geçirmesi için ihtiyaç duyduğu bir kişilik öğesidir. Özgüveni yetersiz kişiler kendilerine güvenmedikleri için sorumluluk almaktan çekinirler, yapmaları gereken işlerden bir biçimde kaçmaya çalışırlar, kaçamazlarsa da içinde bulundukları durumu büyük bir gerilim haline getirirler. Kuşkusuz özgüven sadece çocukların değil bütün insanların ihtiyaç duyduğu bir duygudur; ancak kişiliğin önemli bir bölümü gibi özgüvenin de tohumları çocukluktan itibaren atılmaktadır.
Özgüven, insanın kendisiyle barışık olması, kendini olduğu gibi kabul etmesi; yani olumlu benlik algısıdır. Her insanın, bir gerçek egosu vardır; bir de olmayı istediği, arzu edilen egosu vardır. Bu iki egoyu da bilen ve bunları birbirinden ayırabilen bir kişinin benlik saygısı olduğunu söyleyebiliriz.
Bazı insanlar arzu ettikleri egoyu gerçek ego zannederler. Kendilerini olduklarından farklı görür ve göstermeye çalışırlar. Bu insanlarda gerçek benlik saygısı yoktur. Kimileri de bunun aksine kendilerini olduklarından daha değersiz, daha aşağıda algılarlar. Neticede bu iki durum da kendini olduğu gibi kabullenmemedir. Bir insanın hem olumlu yönleriyle hem de olumsuz yönleriyle yüzleşebilmesi; özgüven sahibi olduğu, benlik saygısının yerinde olduğu anlamına gelir. Özgüvenden kastettiğimiz insanın kendini yeterli görmesi değildir, insanın yeterli olduğu alanlar gibi yetersiz olduğu alanlar da vardır elbette. Yetersiz olduğu alanları da görüp bunlarla yüzleşmeye hazır olan insan kendisini geliştirebilen, kendine karşı dürüst ve gerçekçi olabilen insandır.
Çocuklarda özgüvenin yetersiz gelişmesinin nedenlerinden biri, aşırı himayeci davranan ailelerdir. Bazı anneler çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek için aşırı korumacı tavırlar sergilerler. Çocuklarını sevgi ve şefkate boğan bu anneler, çocukları hiçbir zorlukla karşılaşmasın diye her türlü işi kendi üzerlerine alırlar. Bu tip ailelerde anne çocuğun yapması gereken şeyleri yapar, çocuk adına düşünür, ona fazla yük vermez. Aslında bu iyi niyetle yapılan bir eğitim hatasıdır. Çocuğun bütün sorumluluklarını üstlenmek çok büyük bir risktir; çünkü çocuk kendi sorununu kendi çözme becerisi kazanamaz. Bu tür bir davranışa maruz kalan çocukta "Ben yapamam" duygusu oluşur. Bu, özgüveni azaltan bir duygudur; çocuk kendisini yetersiz, güvensiz hisseder ve annesine sormadan hiçbir şey yapamaz hâle gelir.
Ailelerin özgüven konusunda verdiği eğitimde kültürel bir etkiden de bahsetmek gerekir. Bir araştırmada Doğulu ve Batılı öğrencilerin anne ve babalarının bir arada bulunduğu bir topluluğa şu soru sorulmuştur: "Çocuğunuzun girişimci ve özgüven sahibi mi olmasını mı istersiniz, yoksa itaatkar ve sadık olmasını mı?" Batı kültüründe yetişenler bu soruya, çocuklarının girişimci ve özgüven sahibi olmasını istedikleri yönünde cevap vermişlerdir. Doğu kültürüne sahip olanlarsa itaatkar ve sadık çocukları tercih ettiklerini belirtmişlerdir. Bu araştırma bize kültürel kodlarımızla ilgili şöyle bir bilgi vermektedir: İnsanlar neye önem veriyorlarsa çocuklarını farkında olmadan oraya yönlendiriyorlar.
Çocuğun özgüven sahibi olması, girişimci olması aileler tarafından itaatkârlık ve sadakat aleyhine bir risk olarak düşünülebilir ama çocuğu "kuzu" gibi yetiştirmek de doğru değildir. Çocuğu ancak ergenlik çağına gelinceye kadar kendimize bağlı tutabiliriz, daha sonra dış etkilere mâruz kalması kaçınılmazdır. Çocuğun ilerleyebilmesi ve hayata atılabilmesi için riske girmesi, kendi kararlarını kendisinin vermesi, sorunlarını kendisinin çözmesi gereklidir. Çocuk bunları yapamazsa kendi kimliğini geliştiremez ve hayattan korkan, kaçan, her şeyi başkasına havale eden bir insan olur.
Çocuğu küçük yaşlardan itibaren hayata hazırlamak gerekir. Sorumluluk alabilen bir çocuk yetiştirmek isteyen aileler onun büyümesini beklemeden, küçüklüğünden itibaren çocuğa bazı küçük görevler vermeliler ki çocuk bazı şeyleri yapabildiğine, elinden bir işin geldiğine inansın. İlkokula başlayan çocuk sorumluluk almaya hazırdır. Bu çocuğa sorumluluk verilmezse çocuğun kendine duyduğu güven giderek zayıflamaya başlar. İlginç olan şu ki; küçükken çocuğuna hiçbir sorumluluk vermeyen bazı anne babalar, çocukları ileriki yaşlarda sorumluluk almayınca tepki gösteriyorlar. Oysa ki aile eğer o yaşa kadar çocuğa bazı sorumluluklar yükleyip inisiyatif vermediyse çocuğun birdenbire ayaklarının üzerinde durmayı başaramaması gayet doğaldır.
Çocuğun kendine güvenini azaltan bir etken de mükemmeliyetçi anne babaların eleştirinin dozunu kaçırmasıdır. Sürekli eleştirilen çocuk kendisini aptal, yetersiz, beceriksiz hisseder. Diyelim ki çocuk kötü bir karne getirdi, notlarının çoğu zayıf, birkaç tane de iyi var. Aileler genellikle karneye bakar, "Şu niye zayıf, bu niye zayıf?" diyerek çocuktan hesap sorarlar. Bu arada çocuğun kişiliğini eleştirmeyi de ihmal etmezler. Hâlbuki doğru olan "Bak, şundan beş almışsın, bundan dört almışsın. Şu zayıfları nasıl düzelteceksin?" tarzında yaklaşmak, çocuğu başarıya motive etmektir. O zaman çocuk kendisine değer verildiğini ve sorumluluk aldığını hisseder.
Çocuk yanlış bir şey yapınca onun kişiliğini eleştirmek çok büyük bir hata ve özgüven yıkıcı bir davranıştır. Onu karşınıza alıp yaptığı hatayı kendisine sakin ve kararlı bir dille anlatırsanız çocuk sizi anlayacaktır. Hatasını göstermek yerine, "Sen zaten şöylesin, böylesin" demek çocuğu yaralamaktan başka bir şey yapmaz. Çocuk ailesinin yanındayken kendini yetersiz hissediyorsa sorunu çocukta değil ailede aramak gerekir.
Çocuğun özgüvenini azaltan bir eğitim hatası da çocuğu başkalarıyla kıyaslamaktır. "Bak, filanca hep ders çalışıyor, çok başarılı. Sen niye öyle değilsin?" diye başkasıyla kıyaslanan çocuk kendini güvensiz ve yetersiz hisseder. Halbuki çocuğu kendi kendisiyle yarış yapmaya odaklamak gerekir. Nasıl ki anne baba, çocuklarının kendilerini başka anne babalarla kıyaslamasından rahatsızlık duyarsa çocuk da başka çocuklarla kıyaslandığında aynı rahatsızlığı hisseder. Anne babaların bu bilinçte olması çok önemlidir.
Özgüven fazlalığı da kişilik gelişimi açısından doğru olmayan bir şeydir. Bu durumdaki kişi kendisine ait olmayan davranışlara girişir. Kendisini farklı bir kişiymiş gibi, olduğundan daha üstün bir kişiymiş gibi göstermeye çalışır. "Gururlu, kibirli" diye anılan bu insanlar başkalarının nazarında komik duruma düşerler. Örneğin mezarlıktan geçerken ıslık çalan insanlar vardır, onlar için "Ne kadar kendine güveniyor, hiç korkmuyor" denir. Aslında o kişi müthiş derecede korktuğu için, kendisini tehlikede hissettiği için güvenli rolünü oynuyordur. Gerçek özgüven ile özgüven rolünü birbirinden ayırmak gerekir.
Aşırı özgüven genellikle iki tutum nedeniyle olur. Birincisi yüksek motivasyondur, yani anne babanın çocuktan beklentisinin yüksek olmasıdır. Aile çocuğun yapamayacağı şeyleri hedeflerse çocuk ailesini memnun etmek için farklı görünmeye çalışır, rol yapmaya başlar. Güven rolü oynar. Ailesinin kendisinden yapamayacağı şeyler beklediğini hisseden çocuk hep streslidir, kaygılıdır, mutlu olamaz. "Ne yapsam ailemi mutlu edemiyorum" diye düşünür. Ailesinin beklentilerini karşılayamadığı için böyle bir savunma mekanizmasına sığınır.
İkinci tutum hatası ise övgünün yanlış kullanılmasıdır. Bizim toplumumuzda övgü az kullanılır, bu rağmen çoğu zaman da yanlış kullanılır. Yanlış kullanılan övgü abartılı özgüvene, fazla bir ego kabarmasına yol açar. Bunun için çocuğun kişiliğinin değil çabalarının, becerilerinin övülmesi gerekir. "Sen bir tanesin, akıllısın, dünyada eşin yok" dendiği zaman çocuğun kendini arama, kendini keşfetme, kendini geliştirme becerisi elinden alınmış olur. Çocuk kendisinin her konuda yeterli olduğunu düşünürse kendini geliştirmeye yönelik bir çabaya ihtiyaç duymaz. Övgüyü yanlış kullanmak bu anlamda çocuğa kötülük yapmaktır. Çocuğun kişiliğini değil de "Bak, ne güzel yatağını topladın, ne güzel giyindin" gibi yaptığı iyi şeyleri övmek daha doğru olur. Aksi halde çocukta hatalarını inkar etme duygusu gelişir. Kendisini sadece olumlu bir varlık gibi algılayan çocuğun benlik saygısı yanlış gelişir. Halbuki özgüven; kişinin kendini olduğundan üstün ya da aşağı değil, olduğu gibi kabul etmesi demektir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

AGRESİF ÇOCUKLAR

Zaman zaman, etrafımızda arkadaşlarına, kardeşine zarar veren, ısıran, pek çok çocuk görebiliyoruz.
Hemen hepimiz kardeşine ya da arkadaşlarına zarar veren çocuklarla karşılaşmışızdır. Eğer çocuğunuzun bu davranışları, ara sıra ve bir anlık kızgınlıktan, yenemediği öfkesinden veya şiddetli bir engellenmeden kaynaklanmıyor, aksine sürekli tekrarlanıyor ise, o zaman çocuğunuz ciddiye alınması gereken bir mesaj veriyor demektir: 'Yaşamımda doğru gitmeyen şeyler var. Kendimi kötü hissediyorum. Beni fark edin. Bana yardım edin!' Çocuk bu noktada kendini sözcüklerle ifade edemediği için davranış yoluyla ifade etmeye çalışır ve çoğu zaman kendisi de ne anlatmak istediğini bilmez."

Sadece çocuklar değil, gençler ve yetişkinler de zaman zaman böyle davranıyor. Çocuğun davranışının altındaki gizli sözsüz mesaj ne kadar acil, derin ve sıkıntılı ise, davranış o derece kalıcı oluyor.

Toplum ve ebeveynler böyle davrananlara "hangi ihtiyacından dolayı böyle davranıyor, ne hissediyor" şeklinde düşünerek bakmazlar. "Asi, uyumsuz, geçimsiz" gibi tanımlamalarla ya onlardan uzak kalırlar ya da işe yaramayan ceza yöntemlerini uygulamaya çalışırlar. Onları hiç kimse istemez. Çocuğun sadece davranışlarıyla ilgilenir ve sürekli onları düzeltmeye çalışırlar. Büyüklere, çocuğun hissettikleri ile ilgilenmek yerine, onları belli bir davranış kalıbına sokmak daha kolay gelir.

Oysa öneriler, ahlak dersleri, sorgulamalar, çocuğun olumsuz davranışlarını iyice pekiştirir. Ebeveynler, çocuğun içinde duyduğu sıkıntı ve acıyı bu yolla ifade ettiğini anlamak istemez, çünkü çoğu zaman bu sıkıntının kendilerinden kaynaklandığını görmekten çekinirler.

Çoğu anne-baba, çocuğuna karşı hatalı davrandığını dürüstçe itiraf edemez. Kaç kişi "Benim çocuğum kötü davranıyor, onun durumu iyi değil" demek yerine "Ben çocuğuma gerekli önemi vermedim, onun küçük tepkilerini bile sinirlilikle ve başımdan atar gibi geçiştirdim" diyebiliyor?

Bu çocuklara nasıl davranmalıyız

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

İLETİŞİM

“İnsanlar konuşa konuş anlaşırlar” atasözümüz kişiler arası iletişimin önemini vurgular. İletişim, karşımızdaki kişilerle çok yönlü bir mesaj alışverişidir. Bu mesajlar sözlü olabileceği gibi, sözel olmayan biçimlerde de karşımızdakilere iletilebilir. Mesajlarımızı karşımızdakilere iletirken mimiklerimiz, jestlerimiz, diğer bir deyişle, vücut dilimiz, iletişimimizin çok önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.

Araştırmalar verilmek istenen mesajın % 65’inin sözel olmayan yollarla( beden dili, mimikler vb.), % 35’inin ise sözel biçimde iletildiğini göstermektedir.

Etkili İletişim İçin Neler Gereklidir?

Etkili İletişimin İçin;

1- Saygı Duymak: Karşımızdaki kişilere saygı duymak onların varlığını kabul etmek, önemli ve değerli olduklarını hissettirmek, olduğu gibi benimsemek anlamını taşır.

2- Doğal Davranabilmek: Abartıdan uzak, olduğu gibi davranmaktır.

3-Empati: İletişimin belki de en önemli öğesidir. Bir anlamda, dış dünyayı karşımızdaki kişinin penceresinden görmeye çalışmaktır. Kurulan bu duygu ortaklığı, iletişimi güçlü kılar.

4-Etkin Dinleme: İyi bir dinleyici, iletişim kurduğu kişinin yalnız söylediklerini değil, yüzü, eli, kolu ve bedeniyle yaptıklarını da dikkat eder, çünkü yüz ifadeleri, el ve kol hareketleri, bedenin duruş tarzı, sesin tonu gibi sessiz mesajlar kullanarak da, iletişim kurulur. Etkin dinleme dinleyenin, anlatılanı yalnız duyduğunu değil, aynı zamanda doğru olarak anladığını da gösterir. Bu yüzden bu yöntem en sağlıklı iletişim yöntemi olarak kabul edilmektedir

İletişim sadece konuşmak değildir. İletişim aynı zamanda;

ó   Neyi,

ó   Ne zaman,

ó   Nerede,

ó   Nasıl, söyleyeceğini bilmek,

ó   Olayları basite indirgeyerek sunabilmek,

ó   Akıcı bir dille ve karşınızdaki kişiyle göz kontağı kurarak konuşabilmek,

ó   Dikkati yoğunlaştırabilmek ve karşınızdaki kişinin verilen mesajı anlayıp anlamadığını kontrol edebilmektir.

Etkili iletişimin temelinde bireyin kendisini tanıması, kendi değerlerinin ve tutumlarının farkında olması ve kendine güven yatar. İyi bir iletişimci ipuçlarını anında görür (jestler, mimikler, beden duruşu) ve onları gerçekçi olarak değerlendirir. Etkili iletişim için etkin dinleme, tepki verme, olumlu yaklaşım ve ben dili kavramları önem taşımaktadır.

Aile İçi İletişim

Ebeveyn-Çocuk İlişkisi Nasıl Olmalıdır?

Her aile sağlıklı ve başarılı çocuklar yetiştirmek ister. Sağlıklı çocuklar yetiştirme bilinci gelişen teknolojiyle olumlu yönde gelişirken ne yazık ki başarı beklentisi giderek artmakta çocuk adeta erken büyümek yaşından büyük sorumluluklar almak durumunda kalmaktadır. Çocuklarına mümkün olduğunca iyi bir gelecek sağlamaya çalışan anne-baba onları iyi okullarda okutmak için varını yoğunu ortaya koyar tüm özverisini çocuğuna verir. Ancak çocuğun sağlıklı bir kişiliği nasıl geliştireceği üzerinde fazlaca düşünülmeyen bir konudur. Aslında hayatta her şey başarı değildir. Önemli olan çocuğun içinde bulunduğu dönemi sağlıklı yaşayabilmesi ve sağlıklı bir kimlik oluşturabilmesidir.

Çocuğun yaşadığı dönemlerin özellikleri dolayısıyla ihtiyaçları birbirinden oldukça farklıdır. Çocukluk döneminde anne-babayla uykuya dalmak isteyen çocuk ergenlik döneminde böyle bir isteği talep etmeyecektir. Yine anne-babasıyla gezen çocuk ergenlikte değil anne-babasıyla gezmek arkadaşlarıyla birlikte iken ebeveynleriyle karşılaşmayı dahi istemeyecektir.

Ergenlik dönemi başlı başına bir değişim gelişim sürecidir ve bu dönemde ergenin fiziksel özelliklerinin yanında giyim-kuşam, yeme alışkanlıkları, arkadaş tercihleri, ders çalışma alışkanlıklarında da farklılıklar gözlenebilir.

Dolayısıyla çocukla iletişimde çocuğun yaşı, cinsiyeti ve kişilik özellikleri oldukça önem taşımaktadır. Çocukluk döneminde olası tehlikelere karşı açık tavır koyabilen ebeveynler ergenlik dönemiyle birlikte çocuğu üzerindeki denetimi uzaktan yapabilmelidir. Arkadaş seçiminde kontrollü ama baskıcı davranmamalıdır. Unutmayalım özgürlük sınırsızlık demek değildir.

Çocuk aileyi yansıtır. Aile içindeki bireylerin kişilik yapısı çocuğun kişiliğini şekillendirir. Yani aile iletişim becerilerini kullanamıyorsa çocukta iletişim becerilerini kullanamaz. Dolayısıyla çocuk hem ailede hem de sosyal çevrede sürekli çatışma içine girer. Anne babasının kendisini dinlediğini gören çocuk önce, kendisine değer ve önem verildiğini, kabul edildiğini, buna bağlı olarak da sevildiğini düşünür. Aynı zamanda çocuk duygularını ifade etme olanağı bulduğundan “anlaşıldım” duygusunu yaşar ve rahatlar. Bu durum, hem benlik saygısının artmasına, hem de kendisini dinleyen kişiye yakınlık duymasına neden olur. Bu sağlıklı mesaj akışı çocuğun ailesiyle bağını güçlendirir ve iletişimin devamını sağlar.

Etkin dinlemede ebeveyn çocuğun kendi başına düşünmesine yardım eden kişi rolündedir. Sorumluluk çocuğa bırakılmıştır. Ebeveyn sadece çözüm bulma konusunda ona yardım eder.

Çocuklar dinlenmemeleri ve ciddiye alınmamaları konusunda aşırı duyarlıdırlar. Dinlenmediklerini hemen fark ederler. Uzun süre dinlenmeyen çocuklar savunmaya geçebilirler, işbirliğine yatkın olmazlar ve içlerine çekilebilirler.

Israrlarına rağmen annesinin kendisini dinlememesi üzerine ellerini ısıran çocuk örneği vardır. Çocuklar çoğunlukla dinlenmeme nedeniyle çalma, saldırganlık, kendine zarar verme davranışlarıyla “Lütfen beni dinle. Duygusal bir kırıklık yaşıyorum, dikkatini bana ver” mesajını iletmektedirler.

İletişim Engelleri Nelerdir?

Çocuklarla ebeveynlerin kurmuş oldukları iletişim bazen sağlıklı iletişimi zorlayan engellerle dolu olabilmektedir. Bazı örnekler verecek olursak;

ó    Sıklıkla Emir Cümleleri Kurmak;

Yaşantımızı gözden geçirerek kurduğumuz emir cümlelerini anımsamaya çalışalım. “Kalk, yüzünü yıka, sütünü bitir, dişlerini fırçala, ağzın doluyken konuşma, ödevini bitir, televizyonu kapa, büyüklerinle konuşurken sesini yükseltme, öğretmenini dinle…….” gibi uzayan emir sözcüklerini hatırlamamız zor olmayacaktır. Çocuklarımızın korkudan söyleneni yapmasını değil kendisi için gerekli olanı düşünmesine ve bulmasına yardımcı olmalıyız.

ó    Gözdağı Vererek Konuşma Biçimi;

 “Okulunu bitirmezsen sana para mara yok”,” ödevini bitiremezsen televizyonu unut” ,”sütünü içmezsen cüce kalırsın”, “terliksiz dolaşırsan hastalanırsın” gibi. Bazen işimizi kolaylaştırmak için bir davranışı bitirmesini koşula bağlayabilir ya da gözdağı vererek korkutarak istediğimiz davranışı yapmasını sağlayabiliriz. Televizyon izlemesini istemediğimiz halde onu şarta bağlayarak daha da çekici hale getirebiliriz. Ayrıca korku, boyun eğme, itaat etme davranışı yaratabilir ya da “deneme” isteğini tetikleyebilir. Gücenme, kızgınlık, öfke ve düşmanlık duygularının oluşmasına neden olabilir.

ó    Sürekli Öğüt Verme, Çözüm Önerileri Getirme;

“Senin yerinde olsam plan yaparak çalışırdım”, “sütünü bitirdiğinde boyun uzayacak”,”bak sana bir öneri vereyim” gibi cümleler kurabiliriz ve bu konuşma biçiminin çok yararlı yapıcı olduğuna inanırız. Öncelikle düşünmemiz gereken söylediğimiz şeylere acaba benim mi ihtiyacım var sorusunu cevaplamak sonrada istenmeden verilen öğütlerin, yardımın yararlı olmadığını gözlemleyebilmektir. Aksi takdirde bu yaklaşım anneye babaya bağımlı çocuklar yaratabilmektedir. Ayrıca kendi çözüm yollarını oluşturmasına katkı sağlamayacaktır.

ó    Sıklıkla Yargılamak, Eleştirmek;

Sen zaten tembelin tekisin”,”zaten başarsaydın şaşardım”,“yine mi bitiremedin” gibi cümleler kurmak yetersiz, aptal hissetme duygularına neden olabilir. Çocuğun olumsuz bir yargıya hedef olma ya da azarlanma korkusuyla iletişimi kesmesine yol açabilir ya da

çocuk yargı ve eleştirileri gerçek olarak algılayabilir (Ben kötüyüm!) ya da karşılık verebilir (Siz de daha mükemmel değilsiniz!).

 Bu iletiler çocuk üzerinde diğerlerinden daha fazla olumsuz etki yapar. Bu değerlendirmeler çocuğun benlik saygısını düşürür. Çocuklar hakkında yapılan olumsuz değerlendirmeler çocuğun kendisini değersiz, yetersiz görmesine neden olur.

 

ó    Çocuğu Sürekli Övmek

İstendik davranışı yapması durumunda çocuk yerli yersiz her ortamda övülebilir. “Çok güzel........”, “Bence harika bir iş yapıyorsun.....”Bu durumda çocuk ailesinin beklentilerinin çok yüksek olduğunu düşünebilir ya da kaygı hissedebilir.

Genel inanç olarak bu durumun çocuğa zarar vereceği hiç düşünülmez. Çocuğun kendilik algısına uymayan değerlendirmelerin yapılması çocukta kızgınlık yaratır. Çocuklar bu iletileri anne babanın kendilerini yönlendirme ve isteğini yaptırma girişimi için kurnazlık olarak yorumlarlar. “Siz böyle söyleyince sanki ben daha çok mu çalışacağım?” gibi düşünebilirler. Ayrıca övgü başkalarının yanında yapılıyorsa çocuğu utandırabilir ya da aşırı övgü sonucunda çocuk buna alışır ve övülmeye gereksinim duymaya başlar.

ó    Ad takmak, alay etmek:

Koca bebek....”, “Hadi bakalım Süpermen”, “Geri zekalı”, “Hadi sende sulu göz”, gibi cümleler kurmak çocuğun gelişiminde değerli hissetmesine yol açmaz. Sevilmediği kanısının oluşmasına yol açabilir, kendilik gelişiminde olumsuz etkileri olabilir. “Aşkım, Sevgilim” gibi sevgiliye söylenecek sözlerin söylenmesi anne ya da babayla ilişkisinin sınırlarını belirlemesinde, cinsel normlarının oluşumunda sıkıntılar yaşamasına neden olabilir.

ó     Sürekli Soru Sormak, Sınamak, Sorgulamak:

 “Neden?....Kim?.....Sen ne yaptın?......Nasıl?.....”

Soruları cevaplama genellikle eleştiri veya zorunlu çözüm getirdiğinden çocuklar genellikle hayır demeye, yarı doğru cevap vermeye, kaçmaya yönelir veya yalan söyler

Sorular genellikle soru soranın nereye varmak istediğini açıklamadığından, çocuk korku ve endişeye kapılabilir

Ailenin endişelerinden doğan sorulara cevap vermeye çalışan çocuk kendi sorununu, gözden kaçırabilir.

Çocuk sorgulanıyor hissine kapıldığında bu durum onda güvensizlik, kuşku oluşturur.

 

ÖNERİLER

1.                         Çocuğunuza zaman ayırın. Çocuğunuzla geçmiş zaman asla boşa geçmiş zaman değildir.

Çocuğu sevmek, ona bolca ve pahalı oyuncak almak değil onunla ortak faaliyetleri paylaşmak, ona zaman ayırmak, onunla oyun oynamaktır. Çocuğu sevmek sözle sevgiyi ifade etmenin ötesinde, eylemle bu duyguyu ona yaşatmaktır.

2.                         Çocuğunuzla birlikte olduğunuz zaman tüm dikkatinizi ona yoğunlaştırın. Bu nedenle de, başka bir işle meşgulken değil, kendinizi rahat hissettiğinizde çocuğunuzla ilgilenerek, anne ya da baba olmanın keyfini çıkarın.

3.                         Aşağılamak, suçlamak, çocuk adına karar vermek yerine, çocuğu dinleyin.

4.                          Dinlendiğini düşünen çocuk kabul edildiğini, dolayısıyla sevildiğini düşünen çocuktur.

5.                         Göz kontağı kurarak, gülümseyerek kabul belirtisini beden diliyle pekiştirin. Böylelikle çocuk “kişiliğine saygı duyulduğunu” düşünerek iletişimini sürdürür.

6.                         Anne ve babasının kendisini dinlediğini gören çocuk duygularını ifade etme olanağı bulur. Aldığı tepkilerle “anlaşıldım” duygusunu yaşar. Böylelikle rahatlar.

7.                         Çocuğunuza karşı davranışlarınızda tutarlı olun. Kendi içinizde çelişkili davranışlarda bulunmanız ya da anne ve babanın birbiriyle çelişen biçimde davranması, çocuğu “doğruyu bulma” konusunda zorlar.

8.                         Çocuğunuzu başka çocuklarla karşılaştırmayın. Çocuk, anne babası tarafından önemsenmek, değerli bir insan olarak kabul edilmek ihtiyacındadır. Onun diğer çocuklarla karşılaştırılması, kendini değerli bir insan olarak görmesini engeller. Çocuğun kendine özgü, bağımsız bir birey olarak kabul edilmesi, ruh sağlığının temelini oluşturur.

  Aznif GÜRGEN

Psikolojik Danışman

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

MESLEK SEÇİMİ

Kişinin gelecekteki yaşam tarzını belirlemesinde dönüm noktası olan mesleğini seçmesi; doğru ve isabetli karar vermesi tüm hayatının kalitesini ve mutluluğunu etkiler. Kişinin mutluluğunda doğrudan etkili olan faktörlerin en önemlisi; çalışma hayatıdır.
Çalışma hayatında ve özel hayatta mutlu olmanın, iyi bir kariyer elde etmenin ilk adımı; kişiliğe uygun meslek seçmekle mümkündür. Kendine uygun meslek seçmiş olan kişilerin işlerini severek yaptığını, mesleğinde ilerlediğini, böylece hem coşkulu hem mutlu hem de verimli olarak yaşamlarını sürdürdüğünü gözlemlemekteyiz.
Buna karşılık yetenekleri ve ilgilerine uygun olmayan meslek seçen kişilerin ise; çalışmaya karşı isteksiz, işe devamsız, verimi düşük, yeniliklere direnen ve her zaman mesleklerini değiştirme gayreti içinde oldukları görülmektedir. Bu hem mutsuzluğu yaşayarak, çalışmaya gayret eden kişi için hem de işveren için çalışma hayatında istenmeyen bir durumdur.
Meslek; kişinin belli bir eğitimle edindikleri ve hayatlarını kazanmak için sürdürdükleri düzenli ve kurallı faaliyetler bütünü olarak tanımlanabilir. Meslekler, gerektirdiği nitelikler ve sağladıkları olanaklar yönünden çok çeşitlilik gösterirler.
Meslek seçimi ise; bir kimsenin, çeşitli meslekler arasından en iyi yapabileceğini düşündüğü faaliyetleri içeren ve kendisine en üst düzeyde doyum sağlayacağına inandığı bir mesleğe yönelmesidir.
Çağdaş bir toplumda kişinin en önemli gelişim görevlerinden biri; mesleğini seçmesidir. Bu seçimi yaparken önemli olan, bir kişinin sahip olduğu özellikleri en çok gerektiren ve beklentilerini en iyi biçimde karşılayacak olanı seçebilmesidir.
Meslek seçmek; hayat biçimini seçmek demektir. Bu nedenle doğru ve gerçekçi seçim yapılması önemlidir.

Doğru bir seçme işlemi yapabilmek, başka bir deyişle sağlıklı karar verebilmek için;

Meslek seçimi açısından bir kişinin kendini tanıması; onun meslek seçiminde rol oynayan kişilik özellikleri yönünden kendini açık ve doğru biçimde değerlendirebilmesidir. Başka bir deyişle; kişinin ne istediğini bilmesi ve isteklerine erişebilme gücünü iyi tanıması gerekir.

Yani;
1- Hangi alanda ne düzeyde yeteneğe sahip olduğunu (YETENEK)
2- Nasıl bir çalışma ortamında ne gibi işleri yapmaktan hoşlanacağını (İLGİ)
3- Mesleğinden ne gibi yararlar beklediğini (DEĞER)
bilmesi gerekir.

Meslek seçiminde anne-babanın genç üzerindeki yönlendirmeleri ve ona dair beklentileri etkili olabilir. Bu yönlendirme ve beklentiler kimi zaman pozitif bir motivasyon sağlarken, kimi zaman da genç üzerinde bir baskı oluşturur. Bir çok ebeveyn çocuklarını saygı uyandıran ve geleceklerini garanti altına alan mesleklerde görmek ister. Meslek seçiminde kararları net olmayan birey bu ortamdan etkilenip, ailenin istediği mesleğe yönelebilir. Zaman içerisinde seçtiği mesleğin kendisine uygun olmadığını gören genç, kendi arzuladığı mesleğe ulaşmak için ya öğrenimini yarıda keser, ya da öğrenimini tamamladıktan sonra tekrar bir hazırlığa girişir.

Meslek sayısının 45 bine ulaştığı günümüzde belki her meslek dalında üniversite diploması gerekmiyor. Ancak diploma isteyen mesleklerin sayısı da az değil, üniversite adayı gençler bu kadar çeşitli meslek arasından birini seçmek zorunda kalıyor.

Meslekle ilgili kararı oluşturma sürecinde meslekleri incelerken;

Mesleklerin özellikleri incelendikten sonra; kişiler kendi özellikleriyle mesleklerin ortak noktalarını belirleyerek mesleki alternatiflerini oluşturabilirler.

Üniversitelerin üç amacı vardır:

Üniversite eğitimi belli bir meslek kazandırmanın yanı sıra, kültür kazandırarak daha geniş bir alanda çalışma şansı yaratabilmektedir. Bu amaçla bir çok üniversitenin ilk yıllarında tüm bölümlere benzer bazı dersler verilerek; öğrencilerin genel kültür ve becerileri geliştirilmektedir.

Ayrıca üniversiteler, gençlerin iş bulma olanaklarını arttırmak için programlarına çeşitli seçimlik dersler koymakta, bazı üniversiteler de ana dal, yan dal adı altında programlar oluşturmaktadır. Bazı üniversitelerde iki daldan diploma alabilmek mümkündür. Yüksek öğretim yaparken, lisans programlarından (örn: işletme, hukuk, psikoloji, tıp vs) birini bitirdikten sonra benzer başka bir alanda lisans üstü eğitim görme olanağı da vardır.

Gelecekte hangi mesleğin geçerli olabileceğini şimdiden bilebilmek pek kolay değildir. Teknolojinin hızla gelişmekte olduğu bir dünyada, bir mesleğin belki beş ya da on yıl sonrası tahmin edilebilir.

Gençlerin seçtiği meslek kadar, bu hızlı değişime ayak uydurabilmek için ne gibi bilgi ve becerilerle donanmış olduğu önemlidir. El becerisi ve beden gücünün yerini, giderek artan oranda beyin gücü almaktadır. Bu nedenle; gençlerin matematik, mantık ve bilgisayar vb. alanlarda kendilerini iyi yetiştirmeleri; akıl yürütme, yargılama yeteneklerini geliştirici etkinliklere ağırlık vermeleri gerekmektedir. Ezberleme, geçer notla yetinme, günü kurtarma gibi tutumları benimseyenlerin gelecekteki değişimlere ayak uydurma şansı zayıf olacaktır.

Günümüzde insanlar büyük işyerlerinde pek çok kişi ile işbirliği yaparak çalışmaktadır. O halde geleceğin genci, başkalarıyla iletişim kurabilme ve işbirliği yapabilme becerilerine sahip olmalıdır. Değişik insanlarla değişik koşullarda çalışabilme esnekliğine sahip olabilme, belirsizliğe dayanabilme ve yaratıcılık; iş yaşamında başarıyı arttırıcı kişilik özellikleri olarak görünmektedir. Bir (den) yabancı dil kişinin gelişme ve iş bulma şansını arttıracaktır.


Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

VERİMLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ


Ana, baba ve öğretmenlerin öğrenciden genel beklentisi, onların "derslerine çok çalışıp, başarılı olmaları" yönündedir. Beklenti böyle olunca başarısızlığın nedeni, "yeterince çalışmamak" olarak görülmekte ve öğrenciden sürekli daha çok çalışması istenmektedir. Oysa gerekli olan "Bilinçsizce çok çalışmak" değil; verimli ders çalışma yollarını iyi bilerek ve bunlardan gereğince yararlanarak etkili çalışmaktır.

VERİMLİ DERS ÇALIŞMA YOLLARI NELERDİR?

I- AMAÇLARINIZI BELİRLEYİN
Her çalışma bir amaca yönelik olmalıdır. Bu amaçlar, bir problemin çözümünü öğrenmek, bir yazıdaki ana düşünceyi bulabilmek vs. olabilir. Bunları iyi belirleyerek çalışmaya başlayan kişiler, bu yakın amaçlara ulaşarak sınıfını geçmek, okulunu bitirmek ve sınavı kazanmak biçiminde özetlenen uzaktaki amaçlarına da ulaşmaktadırlar.

II- PLANLI ÇALIŞIN
Birden çok iş ya da ders üzerinde aynı günde çalışmanız gerektiğinde hangisinden işe başlayacağınızı bilemediğiniz ya da çalışmaya başlamak için karar veremediğiniz anlar oluyor mu? Bu soruya yanıtınız "evet" ise, sizin planlı çalışmayı bilmediğinizi kolayca söyleyebiliriz. Bu tür bir durumla, yani aynı zamanda birden çok dersi çalışmayla yüz yüze geldiğinizde, dersler-den her birinin üzerinizde yarattığı ruhsal baskı, bunlardan herhangi birine kendinizi tümüyle vermenizi engelleyerek ve verimsiz biçimde işlerden birini bırakıp ötekine atılmanıza neden olacaktır.
Bu tür kararsızlık ve karışıklık ancak hangi dersi ne zaman yapacağınızı belirli bir sıraya koymakla yani "Karar Vermekle" ortadan kalkar. İşte çalışmada plan; "nasıl", "ne zaman" ve "nerede" çalışacağınıza karar vermek demektir.
Öğrenciler günlük ve haftalık bölümleri de olan aylık çalışma planlarında;
1. Hangi derslere, haftanın hangi günleri çalışacaklarını,
2. Geçmiş konuların tekrarına ne zaman yer vereceklerini,
3. Sınav tarihlerini,
4. Hazırlayacakları ödevlerin neler olduğunu ve zamanını,
5. Planlarına aldıkları, ancak çeşitli nedenlerden ötürü zamanında yapamadıkları çalışmalarını ne zaman tamamlayacaklarını,
6. Dinlenme, müzik dinleme, televizyon izleme, spor yapma sinema ve tiyatroya gitme gibi ders dışı etkinliklere ne zaman yer vereceklerini göstermelidirler.
Günlük çalışma çizelgelerinde; okulda geçen saatler, ders çalışma, eğlenme, dinlenme, ev işlerine yardım ve uyku saatleri gösterilmiş olmalıdır.
Çalışmaya başlayacağı zaman kendini yorgun ve isteksiz hisseden öğrenci çalışma saatlerini yanlış seçmiş demektir. Beklemeden günlük çalışma çizelgesinde gerekli değişikliği yap-malıdır.

III- ZAMANI VERİMLİ KULLANIN
Öğrenciler bedensel, zihinsel, duygusal yapıları, ilgileri ve yetenekleri bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bir öğrencinin isteyerek çalıştığı ve hemen öğrendiği bir dersi bir başka öğrenci zor öğrenebilir. Bir başka öğrenciyse çabuk yorulabilir ya da çalışmak istemeyebilir. Bu nedenle bir ders ya da konu içinde ayrılacak süre öğrenciden öğrenciye değişir. Her öğrenci zamanı kendine göre ayarlamalıdır.
Bir saat çalıştıktan sonra araya 5-10 dakikalık dinlenme koymak yararlı olur. Bu sayede bir saatlik çalışma sonunda dağılan dikkat ve azalan verim tekrar kazanılır.
Ders çalışmak için gerekli gücün toplanabilmesi bakımından eğlenmeye ve spora da zaman ayrılmalıdır. Ancak bu süre gereğinden fazla olmamalıdır.

IV- VERİMİ AZALTICI ETKENLERİ ORTADAN KALDIRIN
Çalışmaya başlamadan önce, yorgunluk, uykusuzluk, ağrı, sızı, elem duygusu, korku, öfke, aşırı kaygı, fazla heyecan, endişe, açlık, aşırı tokluk, aile dertleri, normalin altında ve üs-tündeki fiziki şartlar (çok sıcak, çok soğuk gibi) acelecilik, telaş, araç ve gereç noksanlığı gibi etkenlerin elden geldiğince giderilmesi gerekir.

V- UYGUN BİR ÇALIŞMA ORTAMI SEÇİN
Çalışma yerinin seçimi çok önemlidir. Çalışma yeri derli toplu, yalın elden geldiğince sabit ve sakin olmalı, ayrıca ışık, ısı gibi fiziksel sorunları da çözümlenmiş olmalıdır. Ayrı bir yerin sağlanamaması çalışmadan kaçmanın bir nedeni olmamalı, elverişsiz koşullarda da ders çalışmaya alışmalıdır.
Yatakta, koltukta ve divanda uzanarak çalışmak, dikkatin toplanmasını güçleştirecek, öğrencinin çalışmak için daha çok zaman yitirmesine neden olacaktır.

VI- DİKKATİNİZİ UYANIK TUTUN
İnsanda dikkat her an vardır, önemli olan bunun çalışılan konu üzerinde toplanabilmesidir. Sevilen ve ilgi duyulan bir konu, dikkatin uyanık tutulmasına yardım eder. Daima belirli yerlerde çalışmak, gürültünün bulunmadığı ortamlarda çalışmak, sandalyede oturarak çalışmak, masada gerekli araçlar dışında başka şeyler bulundurmamak, çalışma yerini 18-20 derece sıcaklıkta tutmak, işleri sıraya koymak, işleri bitirmede kendinizle yarış kararı almak, her seferinde bir çeşit işle çalışmak dikkatin dağılmasını önleyici yöntemlerdir.

VII- DERSE HAZIRLIKLI GELİN
Başarılı olmanın yollarından biri de derslerin işlenmesine etkin olarak katılmaktır. Derslerde sürekli edilgin durumda kalan öğrencilerin işlenen konuları anlamaları zordur. Öğrenciler okula gelmeden önce, o gün işleyecekleri konuları gözden geçirmelidirler. Bu sayede hem derslerin işlenişine katılmak için gerekli güveni kazanırlar, hem de öğretmenin anlattıklarını daha kolay anlarlar.
Gerek işlenecek konulara hazırlanırken, gerekse işlenen konular gözden geçirilirken, anlamakta zorluk çekilen yerler belirlenmeli, bu konularla ilgili sorular hazırlanıp, derste öğretmene sorulmalıdır. Öğretmenlerin derse hazırlıklı gelen, soru soran, derse kalkan öğrencileri daha çok sevdikleri de unutulmamalıdır.

VIII- NOT TUTUN
Öğrencilerin büyük bir kısmı not tutma tekniğini bilmemektedir.
Not tutarken;
1. Anlatılanlar öğretmenin ağzından çıktığı gibi değil, anlaşıldığı gibi yazılmalıdır.
2. Öğretmenin anlattığı konunun ana fikri ve anlamları kavranıncaya kadar beklenilmelidir.
3. Zamanın çoğu yazmakla değil, dinlemekle, fikirleri kavramaya çalışmakla geçmelidir.
4. Konu; grafik, şekil, istatistik vb. bilgilere dayalı olarak anlatılıyorsa notlar arasına bunlarda alınmalıdır.
5. Önemli fikir ve paragrafların aynen yazılmasında fayda vardır.
6. Yazıların düzgün ve okunaklı olmasına önem verilmelidir. Önce müsvette yapma, sonra temize çekilme yoluna gidilmelidir.

IX- ARAÇ - GEREÇ VE KAYNAKLARDAN YARARLANIN
Öğrenci, herhangi bir konunun öğrenilmesinde, basılı araçlara ne kadar baş vurursa, öğrenme ilgisi ve zihinsel yetileri de o kadar çok genişleyecektir.
Basılı öğrenme araçlarından yararlanmada çizelge grafik, harita ve resimlerin özel bir önemi vardır. Bunlar sayfalarca anlatılan bilgileri topluca ve bir arada vererek o konunun kavranmasına yardımcı olmaktadırlar.

X- VERİMLİ OKUYUN
Okuma, öğrenmenin en temel yoludur. Öğrenmede hızlı okuma önemli ve gereklidir. Hızlı okumayla hem okunanlar daha iyi anlaşılır, hem de zamandan kazanılır. Okuma hızı lise öğrencileri için yaklaşık 200 - 250 sözcüktür. Bu hız okunulan yazının niteliğine ve okumanın amacına göre ayarlanmalıdır. Vakit geçirmek amacıyla bir hikaye veya roman okurken okuma hızı oldukça yüksek olabilir. Ama okuma yorum yapma, eleştirme özet çıkarmak için yapılıyorsa okuma hızı yavaş olmalıdır.
Hızlı okumanın en önemli yolu sesiz okumadır. Sessiz okuma hızı arttırdığı gibi anlamayı da kolaylaştırır. Hızlı ve anlamlı okuma becerisi kazanabilmek için bol bol okuma çalışmaları yapılmalıdır. Önce gazete, öykü ve roman gibi şeylerle işe başlamalı giderek boş zamanları okuyarak değerlendirme alışkanlığı kazanılmalıdır.

XI-ARALIKLI TEKRARLAR YAPARAK UNUTMAYI ÖNLEYİN
Öğrenilenler zamanla unutulabilir. Unutmayı önlemenin iki yolu vardır. Bunlardan biri öğrenilen bilgileri yeri geldikçe kullanmak, diğeri de aralıklı olarak tekrar etmektir.
Öğrenciler öğrendiklerini yeri geldikçe kullanırken hem bunların işe yaradığını görecekler, hem de yeni bilgiler edinmeye motive olacaklardır.
Aralıklı olarak yapacakları tekrarlar sayesinde ise bir taraftan eski öğrendiklerini hatırlarken diğer yandan da sınavlara her an hazır durumda olacaklardır.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman


Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

OKULA HAZIRLIK

Okula başlama, doğal ve zorunlu bir yaşamsal deneyimdir. Okula başlama hangi öğrenim kademesinde olursa olsun, yaşamsal değişimleri içerir ve bu da heyecan vericidir. "Okula başlama" olayının zor ve sorunlu olması yetişkinin davranışlarıyla yakından ilgilidir. Burada "yetişkin" ile kastedilen, anne, baba ve öğretmendir.
Okula başlama sadece çocuklar için değil aileleri için de önemli bir olaydır. Hatta bazen yetişkinler, çocuklardan daha geç ve zor alışabilirler. Çocuklar, çevrelerini çok iyi gözlemlerler ve çevrelerindeki tepkilerden etkilenirler. Okula başlama çocuğun şimdiye kadar yaşamadığı bir deneyimdir. Anaokuluna gittiyse, ilkokula başlamak için en azından "okul kültürü"ne ait bazı deneyimleri geçirmiştir. Ancak böyle olsa bile "okul" çocuğun yaşamında ilk kez yüz yüze geleceği bir deneyimdir. Bu nedenle, o kendisine bu konuda yapılan her türlü telkinin etkisinde kalabilecektir. Yetişkinler, kendi okul deneyimlerinden, kişiliklerinden, yaşamsal beklentilerinden, aile ilişkilerinden etkilenerek, çocukların okul yaşamını yönlendirir.
Okula başlama anında çocukların gösterdikleri tepkiler, onların o ana kadar geliştirdikleri ilişkilerin bir sonucudur. Tabii ki kişilikleri de bunda etkili olacaktır. Okula başlamadan önce edinilen alışkanlıklar, beceriler ve duygular açısından güçlü bir kişilik sergileyen çocuk, okulun sosyal ve akademik sorumluluklarını rahatlıkla yerine getirir. Örneğin; anaokuluna başlama, çocuğun ailesinden ilk ayrılığıdır ve bu nedenle özel bir öneme sahiptir, ilkokul ise; çocuğun formal öğrenim kademesinin ilk adımı olması nedeniyle önemlidir. Her iki okul kademesinde de çocuğun duygusal olarak baş etmesi gerekenler vardır. Gerek anaokulu gerekse ilkokul çocuk için yeni sosyal çevredir ve doğal olarak çocuğun uyum sağlamasını gerektiren çok sayıda farklı özellikleri ve ilişkileri içerir. Çocuklar dinamik varlıklardır. Yaşamın en hızlı gelişimi ve değişimi erken çocukluk yılları ya da okulöncesi dediğimiz yıllarda yaşanır. Çocukların bu dinamikliğe uyum sağlaması, onun temel yaşamsal becerileriyle yakından ilişkilidir. Sağlam duygusal temeller üzerine kurulan kişiliklerde ki çocuklar, yaşamın bu yeni deneyimiyle baş etmeye hazırlanmış demektir. Kendine ve çevresine güvenen çocuklar, yaşam başarısı yüksek olmaya aday çocuklardır. Aksi durum, yani, bireysel gelişmesi için desteklenmemiş çocuklar "bağımlı" kişilikleriyle, okula başlamanın sorumluluklarıyla baş etmekte zorlanabilirler. Aslında bu şekilde, bağımsızlığını geliştirememiş çocuklar için sadece okula başlama anı değil, yaşama ait her yeni durum kaygı yaratıcı olabilir.
O halde, çocuklarımızın yaşamında olduğu kadar bizim yaşamımızda da önemli bir yer tutan "okula başlama" olayını başarılı bir şekilde göğüslemek için neler yapmalıyız?
İlk olarak, okula hazırlığın okula başlamadan birkaç ay ya da birkaç hafta öncesinden başlayan bir hazırlık olmadığına dikkat çekmek gerekir. Doğduğu andan itibaren, iletişim içerisinde bulunduğu kişiler çocuğun gelişiminin olumlu ya da olumsuz değişiminden sorumludur. Çocukları sadece okula değil hayata hazırlamak gerekir. Okul da zaten hayatın bir parçasıdır. Okula hazırlık, çocuğun okul eşyalarını temin etmekten, onun için iyi bir okul seçmekten çok daha geniş ve derin anlamlar ifade eder. Yaşamla ilişkilerinde başarılı olan çocuklar okul yaşamlarında da uyumlu, başarılı ve mutlu olabilirler. Özetle, okula hazırlık, okula başlama anına bırakılmayacak kadar önemlidir. Okula başlama anında o zamana kadar yaşananların dışa yansımaları gözlenir.

Eğer çocuğunuz;
" Ayrılıklara alışıksa, ayrılıklarla baş etmeyi öğrendiyse,
" Kendine ve başkalarına güven duyuyorsa, Kendi başına kararlar alabiliyorsa,
" Sorumluluk almaya istekli ve yerine getirmede yeterli ve yetenekliyse,
" Değişikliklere uyum sağlayabiliyorsa,
" Farklı insan ilişkilerini gözlemlemiş ve farklı kişilerle ilişkiye girmişse yani, iletişim zenginliğine sahipse,
" Problemlerine iyi ya da kötü, mutlaka bir çözümü olduğunu biliyorsa ve bu çözümlerden birini mutlaka kendisinin bulabileceğine inanıyor ve kendine güveniyorsa,
" Bazen grupla beraber olmaya hazır ve hevesli, kooperatif davranabilen, bazen özgür ve özgün "bireysel" davranabilen biri olarak, gerekli sosyal ve duygusal becerilere sahipse,
" Farklı zamanlarda farklı deneyimleri yaşama fırsatı olduysa,
" Insiyatif kullanabiliyorsa,
" Risklere girmekten çekinmiyorsa,
" Başladığı işi bitirebiliyorsa,
" Kendini tanıma ve kontrol etme konusunda özgüveni ve denetimi gelişmişse,
" Kendini idare edecek temel fiziksel gereksinimlerini bağımsız olarak karşılayabiliyorsa,
" Sınırları tanıyan ve kabul edense,
" Duygu ve düşüncelerini ifade etmenin birçok yolundan bazılarını biliyorsa.
" Dinleme becerisi gelişmişse,
" Kendine ait şeylere sahip çıkabiliyor, başkalarınınkine de saygı gösterebiliyorsa,
" Kendini ve kendine ait şeyleri koruyabiliyorsa, Kuralları anlama, kabul etme ve yerine getirme de sosyal ve zihinsel alanda olgunlaşmışsa,
" Paylaşma, yardımlaşma, bekleme gibi olumlu sosyal ilişkileri gelişmişse,
" Öğrenmesini engelleyecek herhangi bir kronik sağlık sorunu yoksa,
" Algılama, bellek, dikkat ve koordinasyon becerilerinde normal gelişim özelliklerini sergiliyorsa,
" "Nitelikli" bir anaokulu yaşantısı geçirdiyse, ilkokul için sağlam temeller atmış olduğunu düşünebilirsiniz.

Yeni doğan bir bebek, özellikle annesinden ayrı kalmaya hazır değildir. Bu, fizyolojik bir gereklilik ve gereksinimdir. Bebek, beslenmesi ve bakımı için anneye ya da onun yerine geçecek birine gereksinim duyar. Ancak, çocuk yaşının ilerlemesiyle, geliştirdiği beceriler sayesinde annesinden uzaklaşmaya başlar. Bu. bağımlılıktan bağımsızlığa doğru atılan ilk adımlardır. Çocuklarımıza bağımlı olmakla bağlı olmak farklı kavramlardır. Bağımlılık, her iki tarafında yaşamsal becerilerinin gelişmesini engeller. Bağlılık, birey olma ve ait olmayla bütünleşen sağlıklı ruh ve beden gelişimi için gerekli psikolojik ve sosyal ilişkiyi ifade eder. Her anne baba çocuğunu sever. Her ailenin sevgisini ifade etme yolu da farklıdır. Ancak bazı anne babalar çocuklarını severken, geliştirdikleri iletişim ortamı içinde, onları kendilerine bağımlı kılarlar Bu da çocuğun yaşamının kritik noktalarında uyumsuzluk davranışlarıyla kendini gösterir. Oysaki tüm anne babalar çocuklarının çevreleriyle uyumlu olmasını, ciddi bir şekilde önemserler. O halde kendi kendimize sormamız gereken bazı sorular vardır. Örneğin; "ben çocuğumun problem çözen, bağımsız, kendine güvenen sorumluluk sahibi, saygılı, dürüst, becerikli, kendini ve diğerlerini seven, bilgili, sosyal, girişken, duyarlı, dikkatli, kültürünü bilen bir birey olmasını istiyorum. Peki bu sonuca ulaşmak için gerçekten gereken şeyleri yaptım mı?"
Bu nedenle, çocuğumuzun uyumlu davranışlar sergilemesini beklemeden önce kendimizi gözden geçirmeliyiz. Belki o zaman bazı şeyleri ümit etmekten vazgeçebiliriz. Yani çocuğunuzun okula uyumu ve başarısı;
" Onun kişilik özelliklerine,
" Çocuk yetiştirme tutumlarınıza ve iletişim becerilerinize,
" Çocuğunuzun sağlık durumuna,
" İçinde yaşadığı sosyal çevrenin zenginliğine,
" Daha Önceki okul yaşantılarına,
" Akademik olarak hazır oluşuna ve öğrenme ilgisine ve kapasitesine bağlıdır.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

İNATÇI ÇOCUKLARA NASIL DAVRANILMALI


Çocuklar belli gelişim evrelerinde inatçı, kuralları çiğneyen, dur-sustan anlamayan, başına buyruk hareket eden bir kişilik sergileyerek anne babaları zor durumda bırakırlar. İlk kritik dönem "birinci yaş dönemi"dir. Çocuk bir yaşından sonra yani yürüme ve konuşma becerisi kazandıktan sonra inatçı davranışlar göstermeye başlar. Anne babanın dediğinin tersini yapmaktan ve kuralları çiğnemekten zevk alır gibidir. Anne, "Yapma!" dedikçe inadına istenmeyen davranışı tekrarlar.
İstenmeyen davranışları tekrarlayan bir çocuğun amacı sizi kızdırmak ve çileden çıkarmak değildir. Niyeti koyduğunuz kuralın veya istemediğiniz davranışın ne kadar önemli olduğunu test etmektir. Siz aynı olumsuz davranışa aynı tepkiyi gösterdikçe ve bundan taviz vermedikçe gerçeği kabûllenip sınırları zorlamaz.

Çocuğun isteklerine ve davranışlarına sınır koymanın gereği

Çocuk ben merkezci bir kişiliğe sahiptir. Haz ilkesine göre hareket eder, herkesin ona hizmet etmesini ve her isteğinin yerine getirilmesini ister. Yoktan anlamaz, isteğinin geri çevrilmesinden veya ertelenmesinden hoşlanmaz. Eğer istediği gerçekte ihtiyacı olan bir şeyse ve temini de mümkün ise, anne baba çocuğu fazla üzmeden ihtiyacını yerine getirmelidir.
İstediği şey para ve zaman yönünden temini zor ve çocuk için de gereksiz ise sebebini açıklayarak istediği şeyi temin edemeyeceğinizi anlatmanız gerekir. Buna rağmen isteğinin yerine getirilmesi için küser, ağlar, direnir ve avazının çıktığı kadar bağırabilir. Anne baba oyuna gelip onu susturmak için isteğini yerine getirdiği zaman, çocuk ağlayarak veya direnerek isteğine kavuşmayı öğrenir ve bunu kullanmaya başlar.
Kimi anne babalar çocuğun isteklerine ve davranışlarına sınır koymayı "baskı ile büyütme" olarak algılamakta; "çocuğum benim gibi baskı altında büyümesin" diye her isteğini yerine getirmekte, her yaramazlığına katlanmakta, farkında olmadan kural tanımayan şımarık ve zorba bir çocuk yetiştirmektedir.

İkinci kritik dönem "2,5 yaş dönemi"dir. Kas, kemik ve sinir sistemi yönünden yani fizyolojik olarak hızlı bir gelişme gösterdiğinden uyum sağlamakta zorlanır. Dengesiz, kararsız, olumsuz, her şeye 'Hayır!' diyen isyancı bir kişilik sergiler. Psikolojik yönden de "bağımsızlık çabası" içindedir. Yardım istemez, her şeyi kendi başına yapmak ister; ancak anne ve babaya ihtiyacı olduğunun da farkındadır. Bu yüzden farklı kutuplar arasında gidip gelir. Aşırı hareketlilikten âni bir tembelliğe, ataklıktan utangaçlığa, sahiplenme duygusundan aldırmazlığa, inatçılıktan uysallığa, açlık çığlıklarından iştahsızlığa, tuvalete zor yetişmekten idrarını tutmaya kadar varan dengesizlikler gösterir. Bu dönemde anne ile çocuk arasında en sık çatışmalar tuvalet ve temizlik konusunda yaşanır. Anne babanın yapacağı en iyi şey bir seneden fazla sürmeyecek olan bu dönemde çocuktan sevgisini esirgememek ve sabretmektir.

Üçüncü kritik dönem "4 yaş dönemi"dir. Bu dönemde çocuk kendi başına buyruk, kafasına estiği gibi hareket eden, sağda solda dolaşan, çok konuşan, durmadan soru soran ancak cevabını dinleme sabrı göstermeyen, başladığı işi yarım bırakan maymun iştahlı bir çocuktur. Bununla beraber 2,5 yaş çocuğu kadar inatçı değildir.
Dördüncü kritik dönem "6 yaş dönemi"dir. İnatçı ve olumsuz davranışlarıyla sanki 2,5 yaş çocuğu geri gelmiş gibidir. Anne babalar 5 yaşındaki o uyumlu ve uzlaşmacı çocuğun nasıl olup da böyle zıt bir kişilik sergilediğine anlam veremezler. "Bu çocuğa ne oldu, birden huyu çok değişti?" derler.

Beşinci ve son kritik dönem "ergenliğe geçiş dönemi"dir. Çocuk 12-13 yaşlarında hızlı bir cinsiyet hormonları salgısına maruz kaldığından, bu hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanır. Küçük şeyleri problem yapar, çabuk kızar, eleştiriye ve nasihate sert tepki verir. Fizikî görünümü aşırı önemser. Okul başarısında düşme görülür. Odası dağınık, duvarları posterlerle kaplıdır. Yüksek sesle müzik dinler. Verilen harçlığı azımsar. Modaya göre giyinme, saç uzatma ve marka takıntısı başlar. Bundan önceki kritik dönemleri anne babanın hoşgörü ve sabrı ile atlatan, sevildiğinden ve değer verildiğinden emin, özgüven duygusu gelişmiş çocuklar ergenliğe geçişi kolay atlatırlar.

"Hayır!" Demekle Disiplin Sağlanmaz

Çocuğun bir isteğine "Hayır" demeden önce iyi düşünmemiz gerekir. Eğer bu isteği gerekli ve haklı bir istek ise "Evet" demeniz büyüklüğünüze gölge düşürmez. Kurallar gerekli, anlaşılır ve mümkün mertebe az olmalıdır. Gereksiz konularda ve ayrıntılarda fazla kural ve yasaklama getirirseniz bir süre sonra çocuğunuza çok fazla "Hayır" demek zorunda kalırsınız. Bu da çocuğunuzda bağımsızlığının elinden alındığı, kendisine güvenilmediği ve her şeyi yanlış yaptığı duygusu ulandıracaktır.
Kurallara uymasını kolaylaştırmak için "Hayır" demek veya askere emir verir gibi kurala uymasını istemek yerine seçenek sunmak daha doğru bir yaklaşımdır. Yemekten önce çikolata veya şeker yemek isteyen çocuğa "Hayır, yemekten önce çikolata yemek yasak" demek yerine; kuralın sebebini açıkladıktan sonra ona bir seçme fırsatı verebilirsiniz: "Biliyorsun, yemekten önce çikolata yememen konusunda anlaşmıştık. Yemekten önce çikolata yersen iştahın kapanır, yemeğini yemek istemeyebilirsin. Eğer istersen çikolatanı saklayıp yemekten sonra yiyebilirsin."
Duvarı karalayan çocuğa, "Duvarı kirletiyorsun, bırak o kalemi elinden!" demek yerine; "Duvarı çizersen duvar kirlenir, canın resim yapmak istiyorsa sana bir kağıt verebilirim veya duvara bir kağıt asabilirim" diyerek seçme şansı vermek "Hayır" demekten daha etkili ve daha az incitici olur. Bıçakla oynayan çocuğa: "Sana kaç defa bıçakla oynamayacaksın dedim, bırak o bıçağı elinden, şimdi bir yerini keseceksin," dediğiniz zaman çocuğa bu yanlış davranışı beklediğinizi ima ederek onu aşağılamış olursunuz.
Çocuğa ne kadar çok "Hayır" derseniz onun inatçılığını körüklemiş size "Hayır" demesine zemin hazırlamış olursunuz. Bir şey yapmasını istediğimizde veya sınır koyduğumuzda sözlerimizi "Hayır" cevabı almayacağımız şekilde ayarlamamız gerekir. Eğer yemekte çocuğun tabağını kendi elimizle doldurup, "Tabağındakini bitirmeden masadan kalkmayacaksın" dersek büyük ihtimalle "Hayır, bu yemek çok, hepsini yemek istemiyorum" cevabını alırız. Böyle yapmak yerine "Herkes tabağına yiyeceği kadar yemek alabilir, ama aldığını da yesin lütfen" diyerek herkesi bağlayan bir kural koyabilirsiniz. "Sütünü iç" diye dayatmak yerine, "Sütünü cam bardakla mı yoksa fincanla mı içmek istersin" diye seçenek sunmak daha doğru olacaktır.

İnatçılığın Sebepleri ve Düzeltme Yolları

"Hayır" diyen çocukla alay etmeyin, ceza ile korkutmayın, kimin güçlü olduğunu ispatlamak için zor kullanmayın. Bazen çocuk sizin sevginizi, sabrınızı, kendisine ne kadar katlanabildiğinizi denemek için "Hayır" diyerek inatlaşabilir. Sinirlenir, bağırıp çağırır ve hele ceza verirseniz "Haklıymışım, beni sevmiyorlar" diye düşünebilir.
İnatçılık yaptığı zaman neden böyle davrandığını sorun. İnat çoğu zaman çocuğun varlığını kabûl ettirme ve bağımsızlık isteğinden kaynaklanır. Gösterdiği sebep ne kadar saçma ve yersiz olursa olsun, sabırla dinleyin. Kendinizi çocuğun yerine koyun. Şüphelerini, kaygılarını ve korkularını anlamaya çalışın. Kızmadan, sabırla dinlediğinizi gördüğü zaman duygularını ifade etmeyi ve gerektiğinde kontrol etmeyi öğrenecektir.

Haklı istekleri yerine getirilmeyen bir çocuk inatçılık yaparak isteklerine kavuşmayı deneyebilir. İnatçılık bir hastalık sırasında ortaya çıkabilir. Anne babaya kızan çocuk gizli bir öç alma duygusuyla inatçılık yapabilir. Kardeş kıskançlığı, kardeşinin kendisinden daha fazla sevildiği kanaati inatçılığa yol açabilir.
Çocuğu kardeşi ile kıyaslayarak kıskançlık duygusunu tahrik etmemeliyiz.
İnadını fazla önemsediğimiz, kızdığımız veya üzüldüğümüz zaman çocuk inadı bize karşı bir silah olarak kullanabilir. Sabah kahvaltısına kalkmak istemeyen bir çocuğun tepesine dikilip "Haydi kalk çayın soğuyor" diye ısrar etmeye gerek yoktur. "Sen bilirsin, eğer kahvaltıya gelmezsen ayrıca senin için kahvaltı hazırlayamam, öğleye kadar aç kalırsın" diyerek seçimi ona bırakabiliriz. Bir veya iki saat sonra kalkıp kahvaltı istediğinde "Hayır, öğle yemeğine kadar aç kalmayı kendin seçtin, sana kahvaltı hazırlamak zorunda değilim" diyerek inadın da bir bedeli olduğunu öğretmiş olursunuz.

Kuralları belirlemede ve uygulamada aile üyeleri arasında uyum ve söz birliği olmalıdır. Babanın kızdığı bir davranışı anne gülerek karşılar veya "Çocuğun üstüne gitme" diyerek korumaya kalkarsa çocuk neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenemez. Aile büyükleri çocuk terbiyesine fazla müdahale ederek anne ve babanın işini zorlaştırmamalı. Çocuğu dilediği gibi eğitme öncelikle anne ve babanın hakkıdır. Büyükanne ve büyükbaba çoğu zaman torunları korumaları altına alarak şımartırlar. Çocuk cezadan kurtulmak veya bir isteğine kavuşmak için büyükbabayı ve büyükanneyi kullanır. Anne baba aile büyüklerini üzmeden çocuğu koruma altına alarak ve her isteklerini yerine getirerek şımartmamalarını istemeli; bunu çocukların evde olmadığı bir zamanda yapmalıdır.
Çocuğa isteklerini olumlu bir dille ifade etmesi hatırlatılmalı, haklı istekleri yerine getirilmelidir. Yerine getirilmeyen haksız ve zamansız isteklerin sebepleri açıklanmalı; bazı isteklere kavuşmak için hak etmesi, beklemesi ve sabretmesi gerektiği öğretilmelidir.

 


Aznif GÜRGEN

Psikolojik Danışman

 

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

KARNE GÜNÜ

Karne, bir eğitim ve öğretim dönemi sonunda öğrenciye gösterilen bir kısım derslerden elde ettiği başarı durumunun göstergesi olarak kabul edilir. Karne günleri öğrencilik hayatının en önemli günlerinden biridir. Bir kısım öğrenciler için sevinç ve gurur kaynağı olan bu gün, bazı öğrenciler içinse üzüntü ve kaygı sebebi olabiliyor. Karne günlerinin korkulu rüya olmasında, ailelerin karneye belki de gereğinden fazla anlam yüklemeleri etkilidir. Karneyi başarının tek göstergesi kabul etme anlayışı, karne günlerini hem aile hem de çocuk için stresli hale getiriyor. Bu durumda karne zamanı yaklaştıkça çocuklardaki ve ailelerdeki kaygı düzeyinin arttığı gözlenir.
Aslında karne tek başına kaygı oluşturmaz. Öğrenciler ailelerinin tepkisinden korkarak, karneyi saklama, notları değiştirme, hatta sahte karne gösterme ya da maalesef belki de dünya üzerinde sadece bizim toplumumuzda rastlanan kötü notlardan dolayı intihar etme gibi yollara başvuruyorlar. Oysa karne çocuğun kapasitesini tümüyle yansıtan bir değerlendirme aracı değildir. Karnenin okul başarı durumu göstergesi olduğu, önemli olanın ise hayat başarısı olduğu unutulmamalıdır. Okul döneminde dersleri zayıf olduğu halde hayatın çeşitli alanlarında çok başarılı kişilere sık sık rastlanmaktadır.
Neden her çocuk yüksek notlarla dolu karne getiremez?
Başarı kavramı konusunda farklı yaklaşımlar olduğu bilinmektedir. Yüksek notlar aslında her zaman başarının göstergesi olmayabilir. Başarıyı iç ve dış başarı olarak iki yönlü değerlendirecek olursak; iç başarıyı, öğrencinin sorumluluk sahibi olması, azimli olması, saygılı sevilen birisi olması, güvenilir olması, dürüst olması vs. şeklinde değerlendirebiliriz. Dış başarıyı ise daha çok ölçülebilen ya da maddi değerlerle ifade edilebilen başarı olarak ele alabiliriz. Örneğin öğrencinin hangi dersten kaç puan aldığı veya çalıştığı işten ne kadar kazandığı gibi. Karneyi bu anlamda dış başarının bir göstergesi olarak kabul edebiliriz.
Başarı her çocuk için farklı anlam ifade eder. Bu ölçüye göre matematikten sürekli zayıf alan bir öğrencinin, bu dersten 3 alması bir başarıdır. Okul başarısı pek çok etkene bağlı olarak değişmektedir. Çocuğun okuldaki başarısızlığı, zeka, kişilik özellikleri gibi bireysel farklılıklardan, öğretim sisteminden, anne-baba ve öğretmenin tutumlarından veya çevresel etkenlerden kaynaklanabilir. Aynı okulda aynı sınıfta, aynı öğretmenden ders dinleyen öğrencilerden kimisinin çok iyi notlar alması, kimisinin ise bir türlü iyi not alamaması bundan kaynaklanır. Dolayısı ile gerçekten ortada bir başarısızlık söz konusu ise, bunun tek sorumlusu çocuk olmamalıdır.
Karneye yaklaşımımız nasıl olmalı?
Çocuğunuzu kesinlikle tembel ya da başarısız olarak nitelemeyin. Çocuk da kendini bu şekilde kabul ederse başarılı olmak için gayret sarf etmez. Her karne dönemi sonunda bazı ailelerde yaşanan karne gerginliği, izleri ömür boyunca silinmeyecek yanlışlara yol açabiliyor. Öncelikle soğukkanlı ve sakin olunmalı. Ailenin karneyi değerlendirirken takınacağı tavrın, çocuğun daha sonraki okul başarısını etkileyeceği unutulmamalı. Karnedeki iyi notlar da görülmeli, sadece kötü notlara odaklanıp diğerleri görmezlikten gelinmemeli. Hatta yapacağınız yorumları iyi notlardan başlayarak yapmalısınız. Eğer anne-baba, eğitim yılı içinde okul ve öğretmenle yeterince işbirliği yapmışsa, çocuğunun sınıf içindeki seviyesini ve nasıl bir karne getireceğini zaten bilir. Buna rağmen hiç bilmiyormuşçasına karneyi gördüğünde hiddetlenmesi, çocuğu azarlaması yersizdir. Anne-babalar bu sonuç oluşmadan tedbir alırlarsa daha doğru bir davranış yapmış olurlar. Aksi halde yıl boyunca çocuğuyla hiç ilgilenmemiş, derslerini takip etmemiş, çocuğuna yeterli ilgiyi göstermemiş bir ailenin, kötü sonuçlardan tek başına çocuğu sorumlu tutarak öfkesini ondan çıkarması adilce bir davranış olmaz.
Anne-baba birbirleriyle ve çocuklarıyla karşılıklı konuşarak karne ile ilgili duygularını çocuğun kişiliğine zarar vermeden net bir şekilde ortaya koymalıdır. Kötü karneye sert tepki göstermek, alay etmek, başkalarının yanında utandırmak çocuğun başarısızlığını daha da artırabilir ve okuldan uzaklaşmasına neden olabilir.
Öğretmen ve okulla diyalogunuzu artırın. Başarıyı yükseltme adına nasıl bir yöntem izleneceğine birlikte karar verin. Çocuğunuza sevgi ve şefkat gösterip problemlerini çözmesine yardımcı olarak başarısızlığını telafi etme ve kendisini affettirme yolları gösterin. "Sen yapamazsın, başarısızsın, bir şey beceremezsin" gibi olumsuz ifadeler yerine "ben sana güveniyorum, sen istersen başarırsın" şeklinde olumlu ifadeler kullanın. İlköğretim 1.- 6. ve lise 1. sınıflardaki çocuklara dikkat edin Öğrencilerin yaş ve gelişim dönemleri, bazı geçiş zamanları başarıda rol oynar. Örneğin 6. sınıfa giden bir öğrenci tek öğretmenin disiplininden çıkmış pek çok öğretmenle karşı karşıya gelmiştir. Ders sayısı ve içeriği artmıştır. Ayrıca ergenlik çağının getirdiği bazı duygusal ve fiziksel değişimler yaşamaktadır. Dolayısı ile bu dönem derslerinde geçici bir düşüş yaşanması normal karşılanmalıdır.
Karnedeki notlara bakarak "ne oluyor bu çocuğa" deyip yanlış tutumlar içine girmek, sorunu çözmek yerine daha da kronikleştirebilir. Aynı durum liseye başlayan öğrenciler için de geçerlidir. Ortam veya okul değişikliği, ergenlik sorunları, ağırlaşan dersler karneye yansıyabilir. Bu durum iyi tahlil edilmeli, gencin onurunu zedelemeden sorunlarına yaklaşılmalıdır. Eğitim hayatı ve okulla ilgili izlenimleri yeni oluşmaya başlayan 1. sınıf öğrencileri de bu dönem ilk karnelerini alacak. Karne konusundaki yorumlarınızı yaparken çocuğun zihninde olumsuz izlenimler oluşmamasına özen göstermeli, cesaret ve güven telkininde bulunmalısınız. 1. dönemin değerlendirmesini birlikte yaparak, olumlu çalışmalarından dolayı çocuğu takdir edip, eksikleri varsa 2. dönem bunları telafi etme konusunda uyarabilirsiniz.
Anne baba tutumları başarıyı etkiliyor.
Anne babanın çocuğa yaklaşım tarzı başarısını önemli ölçüde etkilemektedir. Aile içi ilişkilerin dengeli ve düzenli olması, çocuk için iyi bir model oluşturmaları, disiplin anlayışları, ilgi ve alakaları çocuğun başarısını olumlu etkiler. Ailelerin çocuklarını yetiştirirken takındıkları tutumlar kişiliğini, hayata bakış tarzını, başarısını etkiler.
Katı bir disiplin anlayışının olduğu ailelerin çocukları, baskı altı da kendilerini ifade etmede zorlanırlar. Kendine güven duygusu, cesaret gibi pek çok olumlu özellik baskı altında gelişemez. Bu öğrenciler derslerde bildikleri halde soruları cevaplayamama, sınavlarda fazla stresten gerçek performanslarını ortaya koyamama, anlatım ve ifadede zorlanma, derste yeterince aktif olamama, çekingenlik gibi davranışlar gösterebilirler. Bu tip öğrenciler ailelerinin beklentilerini karşılayamamaktan veya eleştirilerinden çekindikleri için karne stresini yoğun olarak yaşar. Aile ise, çoğu iyi notlarla dolu, ancak bir dersi diğerlerine göre biraz düşük bir karnesi olsa bile çocuğu bundan dolayı baskı altında tutarak, tatilin keyfini çıkarmasına engel olur. Bu tutum karşısında çocukta "ne yaparsam yapayım ailemi memnun edemem" gibi bir anlayış gelişebilir.
Gevşek bir tutum içinde fazlaca şımartılarak her isteği yerine getirilmiş çocuklar, okul ortamına, kurallara, ders çalışmanın gerekliliğine uyum sağlamakta zorlanır. Sorumluluk bilinci gelişmediğinden okul sorumluluğunu da üzerine almaz ve dersler sorun olmaya başlar. Bu tür çocuklar tembelliği alışkanlık haline getirir ve derslerindeki başarısızlıktan pek de rahatsız olmaz. Bu çocukların kendilerine ait hedefleri yoktur. Çocuğun ailede şımarıklıktan gelen baskın bir rolü olduğundan, zayıfı olsa bile bunu dert etmez. Aynı sonuçlar ilgisiz ailelerde veya tutarsız tutum sergileyen aile ortamlarında da oluşabilir.
Güven verici, destekleyici, sevgi, hoşgörü ve anlayışının hakim olduğu aile ortamında çocuğun sorumluluk duygusu, kendine güveni gelişir. Çocuk ailesinin kendisine olan güveninin sevgisinin farkındadır, sorumluluklarını bilir, kendini her ortamda ifade eder. Böyle bir ortamda yetişen çocuk genellikle başarılı olur, ancak tersi bile olsa ailenin ilgisi, desteği ve olumlu yaklaşım tarzıyla başarısızlık çözümlenebilir.
Tatil nasıl değerlendirilmeli?
- Tatilin, öğrencilerin dinlenmesi ve eğlenmesi için verilen bir zaman dilimi olduğunu unutmayın.
- Karnesindeki zayıfları sürekli çocuğa hatırlatıp, herkesin yanında küçük düşürerek tatilini zehir etmeyin. Zayıf dersi var diye her etkinlikten mahrum etmek doğru değil.
- Tatil zamanını ders çalışarak geçiren çocuk, okuldan tamamen soğuyabilir.
- Başarısız olduğu derslerle ilgili yoğun ve yorucu olmayan bir çalışma programı yapılabilir. Her şeyden önce öğrencinin bu konuda istekli olması sağlanmalı, zorla ders çalıştırılmamalı.
- Televizyonu çok izlemesine, bilgisayarda saatlerce oyun oynamasına ve uzun süre internette vakit geçirmesine izin vermeyin.
- Düzenli ve seviyesine uygun kitaplar okumasını sağlayın. Çocukları kardeş ve arkadaşlarıyla kıyaslamayın - Çocuktan beklenen başarı, kapasitesi ile orantılı olmalı. Kapasitesinin üstünde bir beklenti ile değerlendirmeyin. Bu durum çocuğun kendisine olan güvenini yitirmesine yol açabilir.
- Her çocuğun zihinsel yeterlilikleri, kişiliği, yetenekleri farklı olduğundan arkadaşları ve kardeşleriyle kıyaslamayın.
- Çocuğu yalnızca kendisi ile kıyaslayın. Başarılı olduğu işleri örnek göstererek isterse bunu da başarabileceğini söyleyerek yaklaşın.
- Başkaları ile çocuğunuzu kıyaslamanız hem rencide olmasına hem de kıyaslandığı kişilere karşı kin duymasına neden olur.
- Karneleri birbirinden farklı da olsa kardeşlere eşit ilgi gösterilmeli. Dersleri zayıf olsa bile ailesinin her zaman yanında olduğu, kötü karneye rağmen sevgide bir azalma olmadığı mesajı verilmeli. Ancak bu durum "olsun canım ne çıkar zayıftan, önemli değil" tarzında olmamalı. Başarısızlığın sebepleri üzerinde durulmalı, yapılan hatalar değerlendirilmeli; ama bu durum çocuğun ailesiyle olan ilişkisine zarar vermemelidir.
- Öğrencinin okul başarısızlığı çok iyi tahlil edilmeli, karne kötü olsa bile yaklaşım doğru olmalıdır. Hiçbir anne-baba şunu unutmamalıdır ki "kötü karne düzeltilebilir; fakat çocuğun kişiliğine verilen zarar telafi edilemeyebilir." Nasıl ödüllendirilmeli?
- Çocuğunuz derslerinin iyi olmasının kendisi için gerekli olduğunu, çalışma ve başarılı olma gibi sorumluluklarının kendisine ait olduğunu bilmelidir.
- "Karnen şöyle olursa sana bisiklet veya bilgisayar alacağım" türünden şarta bağlı hediyeler yerine, başarı karşılığında sürpriz olarak alınan hediyeler çok daha uzun vadeli motive edebilir.
- Başarısını teşvik edici, kişiliğini destekleyeceği sözlerin yanı sıra çeşitli hediyeler alınabilir.
- Değeri yüksek, maddi gücünüzü aşan hediyeler almayın. Çünkü çocuğunuz çalışma ve başarılı olmayı hediye ile özdeşleştirirse, hediye verilmediğinde çalışmayı bırakabilir. Hediye çalışmaya teşvik edici bir araç olmalı, amaç değildir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

 


Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

KARDEŞ KISKANÇLIĞI


Kardeş kıskançlığı doğal bir duygu olup, şiddeti ve dışa vurumu her çocuğa göre farklılıklar gösterebilir. Kardeş kıskançlığı duygusuyla savaşmak yerine çocuğa bu duygusunu kabul edilebilir olduğu ve nasıl başedeceği öğretilebilir.
Tanım

Bu duyguyla ilk tanışma iki yaş civarındadır.. Çocuk, herkesin kendisinden daha iyi olduğunu ve kendisinin herkesten daha az sevildiğini düşünmeye başlar.

Belirtiler:

Kıskançlıkla baş edebilme:

Sosyal ve ruhsal açıdan sağlıklı çocuklara sahip olmanın yolu birden çok çocuğa sahip olmaktır. Kardeşler arası kıskançlığı yok etmenin herhangi bir yolu yoktur ve tamamen ortadan kaldırılamaz, ancak hafifletilebilir. Bunun için doğumdan önce ve doğumdan sonra alınması gereken önlemler vardır.

Doğumdan Önce Yapılması Gerekenler
a. Kıskançlığı en alt düzeyde tutmanın tek yolu, çocuk evin tek çocuğu konumundayken bütün istekleri yerine getirilmemelidir. Yani şımartılmamalıdır. İlgi ve sevgi normal bir seviyede tutulursa kardeşin gelişiyle de çocuk aşırı kıskançlık durumları yaşamayacaktır.
b. Çocuk, psikolojik olarak kardeşinin gelişine hazırlanmalı ve aileye katılacak ikinci çocukla ilgili bilgiler verilmelidir. Daha bebek gelmeden çocuğun ruhunda kardeşine karşı sevgi oluşması sağlanabilir.
c. Çocuğu bebeğin gelişine hazırlarken kaygılı olunmamalıdır. Bazen ana babalar öyle kaygılanır ki, sanki her şeyin sonu olacaktır ve bu kaygılarını çocuğu da yansıtırlar."Sakın kardeşini kıskanma", "Kardeşini kıskanırsan Allah seni cezalandırır","hiç korkma, seni de kardeşin kadar seveceğiz","Ona ne alırsak, aynısın sana da alacağız" gibi ifadeler çocuğu daha da kaygılandırır.
d.Bebekle ilgili yapılan hazırlıklarda abartıya kaçmamak gerekir.

Doğumdan Sonra Yapılması Gerekenler
a. Anne bebekle ilgilenirken büyük çocuğu tamamen ilgiden mahrum etmemelidir.
b. Anne- baba çocuğa olan sevgisini sözlerden ziyade davranışlarıyla göstermelidir.
c. Çocuğun yanında bebeğe aşırı sevgi gösterilerinden kaçınılmalıdır.
d. Büyükanne/baba ve misafirler daha çok bebekle ilgilenirler. Gerekirse büyük çocukla ilgilenmeleri için uyarılmalıdır.
e. Bebeğin uyuduğu ortamda gürültü çıkarttığı için sert tepkide bulunmak, çocuğun kıskançlığını arttıracaktır. Sert tepki ve ceza yerine daha sakin ifadelerle uyarılmalıdır.
f. Bebeğe zarar verir endişesiyle çocuk, devamlı bebekten uzaklaştırılmaya çalıştırılmamalıdır. Zarar verici davranışlara yöneldiği hissedildiğinde uyarılmalıdır; ancak uyarının boyutu kabul edilebilir düzeyde olmalıdır.
g. Kardeşler arası kıyaslamalar asla yapılmamalıdır. Çünkü her biri ayrı yetenek ve ilgiye sahiptir.
h. Hamilelikten önce çocuk ana-babasının yanında yatarken, hamilelikle beraber çocuğu başka bir odada yatırmak yanlış bir davranıştır. Ayrıca kendi odasında yatan çocuğu, bebeğin doğumundan sonra kıskanmasın diye, ana-babasının odasına almak da doğru bir davranış değildir.
i. Bebeğin bakımıyla ilgili işlerde büyük kardeşin yardım etmesi sağlanabilir. Çocuk verilen görevi yerine getirdikten sonra övücü sözlerle ödüllendirilebilir. Bu tür etkinlikler zamanla alışkanlık haline getirilirse, çocukta kıskançlık yerine koruyuculuk duygularının gelişmesini sağlar.
j. Aile içinde işbirliğine önem verilmeli. Çocukların ilgi ve yeteneklerine göre ayrı ayrı sorumluluklar verilmeli. Değerlendirmede çabaya önem verilmeli.
k. Çocuğun duygularıyla yüzleşmesi sağlanırsa fiziksel şiddet içeren davranışlar yok olabilir. Örneğin çocuk büyük ise, kardeşi hakkındaki duygularını açığa çıkarmasına etkin dinlemeyle yardım edilebilir.
Kıskançlıktan dolayın kötü bir çocuk olmadığı mesajı verilmelidir. Aksi takdirde çocuk kendini suçlu hissedecektir.
Kısacası, çocuk aileye yeni katılan kardeşinden önce nasıl bir konumda ise, kardeş geldikten sonra da bu konumu çok az değişiklikle aynen korunmalı.


Aznif GÜRGEN

Psikolojik Danışman

 

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

BOŞANMA VE BOŞANMIŞ AİLE ÇOCUKLARI


  Her çocuk için doğal olan hayatını anne ve babası ile birlikte geçirmesidir. Anne, baba ve çocuklardan oluşan aile yapısı çocuğun ruhsal gelişimi ve sosyal uyumu açısından vazgeçilmezdir. Ancak bir o kadar vazgeçilmeyecek bir durum da ailenin çocuğa sevgi, mutluluk, neşe ve güven verebilmesidir. Ailenin huzurlu olmasının birinci şartı anne ve baba arasındaki uyum ve anlaşmadır. Eşler arasında anlaşmazlık ve geçimsizlik tüm ailenin, dolayısıyla çocuğun mutsuz olmasına neden olur.
  Boşanma nedeniyle çocukta gelişebilecek sorunlardan kaçma bahanesiyle her ne pahasına olursa olsun evliliği sürdürmeye çalışan eşler vardır. Şurası unutulmamalıdır ki çocuk için sadece anne babayla birlikte yaşamak değil ailenin huzuru da önemlidir. Her gün kavga gürültünün olduğu, çocuğun gözü önünde annenin veya babanın dövüldüğü, hakarete maruz kaldığı bir aile ortamının çocuğa zarar vermediğini düşünemeyiz. Aslında boşanma tamamen bireyin kendi başına vermesi gereken bir karardır. Evliliğini sürdüremeyeceğini düşünen eş yada eşler boşanma kararını alırken bu kararın öncelikle kendi hayatları ile ilgili bir karar olduğunu düşünmek zorundadırlar.
  Eşlerin ayrılması aynı zamanda ailenin parçalanması anlamına gelir. Amerika da yapılan araştırmalar her dört çocuktan birinin öz anne yada babasından ayrı bir hayat sürme zorunluluğunda kaldığını göstermiştir. Ülkemizde boşanma oranının Batı ülkelerinde olduğu kadar yüksek olmasa da gün geçtikçe bu oranın arttığı istatistiksel verilerden anlaşılmaktadır. Çocuklar için oldukça zedeleyici olan anne babanın boşanma olayı süreç içinde yapılan yanlışlıklar ile daha da zedeleyici bir hal alabilir.
  Boşanmadan önce ve boşandıktan sonra bazı eşler, aralarındaki gerginlik ve anlaşmazlıkları çocuk üzerinde yaşar, kızgınlık ve öfkelerini çocukları kendi taraflarına çekerek atmak isterler. Kendilerinin iyi anne yada baba olduğu mesajını verebilmek için abartılı davranışlara başvururlar. Çocuğu diğer eşe karşı adeta bir silah olarak kullanır, bunun için karşı tarafı devamlı suçlama ve kötü gösterme çabasına girerler. Anne, babanın ne kadar kötü bir adam olduğu evle hiç ilgilenmediğinden bahseder, baba da annenin kendilerini terk ettiğinden aslında suçlunun anne olduğundan söz eder. Bütün bu olaylar çocuğun zihnini karıştırır.
  Eşlerin boşanması çocuk için bir sürpriz olabileceği gibi geçimsizliğin uzun süredir yaşandığı ailelerde zaman zaman olan geçici ayrılıklar nedeniyle beklenen bir olayda olabilir. Aralarında ağır geçimsizlik olan eşler fiilen ayrılmasalar da duygusal olarak ayrılıkları evde çocuklar tarafından hissedilir. Bu eşlerin boşanması çocuk için şaşırtıcı olmaz. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin eşlerin boşanması çocuğun hayatında bir dönüm noktasıdır. Artık çocuğun yeni bir hayata, başka kişi yada kişilere alışma zorunluluğu vardır.
  Çocuk anne babasının ayrılacağını duyduğunda ilk önce ben ne olacağım sorusunu sorar. Çok doğal olarak çocuk bu kaos içinde kendi durumunun ne olacağı konusunda yoğun merak eve endişe yaşar. Bu merakı giderebilmek için anne babayı soru yağmuruna tutar. Bundan sonra ne olacaktır, kiminle birlikte kalacaktır? Evinden ve arkadaşlarından ayrılacak mıdır? Bir daha anne yada babasını görebilecektir?
Çocuğun boşanmayı algılayışı ve bu olaya vereceği duygusal tepkiler gelişim düzeyine göre değişir. Okul öncesi dönemde (0-5 yaş) çocuk için boşanma sadece bedensel bir ayrılış olup geçicidir. Bu yaştaki bir çocuk eşlerin birbirlerine karşı olan olumsuz hislerini anlayamaz. Boşanma onda korku ve şaşkınlık yaratır. Ne olup bittiğini anlamakta zorlanır. Özellikle boşanma sonrası çökkünlük belirtileri gösteren annelerin çocuklarında anneye aşırı bağımlılık anneden ayrılamama ve kazandığı tuvalet alışkanlığını kaybetme gibi yaşından küçük davranışlar görülebilir. Çocukların bir kısmı kızgınlıklarını dışarıya saldırganlık olarak aksettirirken bir kısmı ise anneyi kaybetme endişesiyle tamamen içe kapanır ve her ortama uyum gösterme çabasına girer.
  İlkokul döneminde çocuk için boşanma artık sonuçları bilinen bir olaydır. Çocuk anne babası arasındaki duygusal bağın koptuğunun farkındadır. Anne babaya karşı aynı anda farklı hisler besleyebilir. Bazen annesini bazen de babasını hatalı bulur. Ayrılığın sebebi olarak bu yaştaki çocuk kendini suçlayabilir. Yaş ilerledikçe anne ve babası açısından olayı farklı farklı değerlendirmeye başlar. Kendini suçlaması azalır. Anne babadan birine kendini yakın hisseder. Ergenlik döneminde boşanma asıl anlamıyla kavranabilir. Ergen özellikle geleceği ile ilgili endişeler taşır. Anne ve babaya karşı zaman zaman farklı duygular içine girer. Olayı iki taraf açısından da değerlendirmeye çalışır. Boşanma sonrası ailedeki rol ve sorumluluk dağılımı ile ilgilenir.
  Bazı anne babalar ayrılma yada boşanma niyetlerinden çocuğa bahsetmenin gereksiz olduğunu, kararı kendileri aldıklarından bu konunun çocukların işi olmadığını düşünürler. Boşanma kararı anne ve baba tarafından alınır. Ancak çocukların eşlerin böyle bir tercihleri olduğunu bilmeleri gerekir. Yoksa çocuğun sabah kalktığında annesini evde bulamaması ya da okuldan eve geldiğinde babasının artık o eve gelmeyeceğini öğrenmesinin yıkıcı etkisini tahmin edebilirsiniz. Zaman zaman aileler ayrılığı gizleyebilmek için farklı bahaneler ortaya atarlar. Babanın uzaklara çalışmaya gittiği yada annenin hastalığı nedeniyle hastaneme yatmak zorunda olduğu gibi açıklamalar çocuğun zihnini karıştırır ancak gerçeği öğrenmesini engellemez. Bu tür açıklamalar çocuk ile ebeveyn arasındaki güveni sarsar ve ilişkiyi zedeler.
  Anne babasının ayrılık kararını öğrenen çocuk aşağıdaki sorulara cevap arar:
  Şu anda ailenin yaşadığı evi kim terk edecek?
  Çocuğa yaşayacağı evle ilgili bilgi verilmeli, evi kimin terk edeceği açık bir dille anlatılmalıdır. Çocuk bundan sonra kiminle yaşayacağını bilmek isteyecektir. Çocuğa kiminle yaşayacağı söylenmelidir.
Anne ve babam niçin ayrılıyorlar?
  Çocuğun yaşına ve gelişim düzeyine uygun bir şekilde ayrılığın nedenleri anlatılmalıdır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, söylenecekler kadar söylenmeyecekler de önemlidir. Çocuğa gereğinden fazla bilgi vermek ve sindiremeyeceği kadar detayları anlatmaya kalkışmak onun zihnini bulandırır ve sıkıntısını artırır. Konuşmaya başlarken keskin ifadelerden kaçınılmalı daha yuvarlak ve genel ifadeler kullanılmalıdır. Ayrılmanın nedenini açıklarken örneğin, baban başka biriyle yaşıyor diye söze başlamak çocuğun bu olaya saplanmasına ve başka açıklamalarımıza kulak vermemesine neden olur. Babanın başka biriyle yaşadığı ancak daha sonraki konuşmalarda açıklanmalıdır.
  Ayrılmanın nedeni anlatılırken diğer ebeveyni suçlayıcı sözlerden kaçınılmalıdır. Çocuğun taraf tutmasını sağlamaya yönelik çabalar sevdiği ve özdeşim kurduğu kişiye karşı düşmanca davranışlar içine girmesine neden olabilir. Aslında çocuk hem annesini hem de babasını sever ve özdeşim kurar. Sevdiği kişiler hakkında açılan karalama kampanyası her şeyden önce çocuğun kendi duygu ve düşüncelerine olan güveni zedeler. Bütün bunlardan çocuktan gerçeklerin saklanması gerektiği anlamı çıkmaz. Çocuğa gerçekler mutlaka söylenmelidir. Ancak bunun zamanı konusunda aceleci davranılması hatalıdır. Zaten siz söylemeseniz de çocuk mutlaka süreç içinde gerçekleri öğrenecektir. Önemli olan abartılı ve tamamen hissi olan yaklaşımlardan kaçmaktır. Eğer boşanma eşlerden birinin fiziksel ve cinsel istismarı nedeniyle gerçekleşiyorsa bu durum çocuğa gelişim düzeyine uygun bir biçimde hemen açıklanmalıdır. Burada şahıstan çok eylem üzerinde durmak tercih edilmelidir.
  Ben niçin annemle yada babamla yaşayacağım?
  Çocuğa niçin sizinle yaşadığını yada yaşamadığını anlatmak zorundasınız. Bunu anlatırken ben seni daha çok seviyorum sana daha iyi bakarım gibi açıklamalardan kaçınılmalıdır. Ancak burada da alkolizm, fiziksel ve cinsel istismar gibi durumlar hariç tutulmalı, böyle durumlarda çocuğun sizinle güven içinde yaşayacağı ve kendisine her hangi bir zararın gelmeyeceği açıklanmalıdır.
Evi terk eden annem yada babam nerede yaşayacak?
  Çocuğun merak ettiği konuların biri de evden ayrılan ebeveynin nerede yaşayacağıdır. Çocuk evden ayrılan anne yada babasının evsiz ve açıkta kalacağı konusunda endişe duyar. Açık bir dille anne babanın nerede ve kiminle yaşayacağı çocuğa anlatılmalıdır. Evden ayrılan birey hakkında çocuğun duyduğu endişeler giderilmelidir.
  Bir daha annemi yada babamı görebilecek miyim?
  Özellikle okul öncesi dönem çocukları sıklıkla bir daha anne yada babasını görüp görmeyeceği sorusunu sorar. Çocuğun anne yada babasını ne sıklıkla göreceği eşlerin karşılıklı anlaşması yada mahkeme kararı ile belirlenmektedir. Ancak ideal olan çocuğun istediği zaman anne yada babasını görebileceği ortamı sağlamaktır. Bu mümkünse çocuğa istediği zaman anne yada babasını görebileceği söylenmelidir. Çocuğa bu konuda yalan ve yanlış bilgiler verilmemelidir. Ayrılık sonrası en kısa zamanda çocuğun evden ayrılan anne yada babasını hangi zaman göreceğini önceden mutlaka bilmelidir. Örneğin, çocuğun "her Cuma akşamı babam beni alır" düşüncesi olmalı, ne zaman birlikte olunacağı takvime bağlanmalıdır. "Fırsatım olursa görüşürüz" diyen, çocuğu yoğun belirsizlik içine sokan yaklaşımdan kaçınılmalıdır.
  Bana ne olacak?
  Ayrılma sonrası çocuklar kendi gelecekleri konusunda endişeler yaşarlar. Hayatlarının bundan sonraki bölümünde neler olacaktır. Aynı okuluna devam edebilecek midir? Eski arkadaşları ile görüşebilecek midir? Aile büyükleri (dede, nine, teyze, hala, amca, dayı gibi) ile görüşmesi devam edecek midir? Çocuğun bu sorularına cevap verilmelidir. Özellikle eskiden yaşadığı evden ayrılması gerektiği durumlarda çocuk için ebeveyn ile olan ayrılma zorluğuna arkadaşları, öğretmenleri ve evinden ayrılığın getirdiği zorluklar eklenecektir. Evinden ayrılan çocuğun oyuncaklarını ve sevdiği ve bağlandığı bazı eşyalarını yanına almasına izin verilmelidir.
  Annem ya da babam geri dönecek mi?
  Her ayrılık boşanma ile sonuçlanmayabilir. Boşanma ile sonuçlanmayan ayrılıklarda geleceği tahmin etmek kolay olmaz. Çocuğun evliliğin geleceği hakkındaki sorularına cevap verirken olasılıkları akılda tutmalısınız. Ayrılığın ne kadar süreceği ve sonunda boşanmanın olup olmayacağı hakkında kesin fikrimiz yok ise çocuğa net mesajlar verici yaklaşımlardan uzak durmalısınız.
Boşanma ve ayrılığın ardından anne yada baba bu zor döneminde çocuğun nelere ihtiyacı olduğunu ve ona nasıl yardımcı olacakları konusunda bilgi edinmek ister. Anne yada babanın bu süreçte dikkat etmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ERGENLİKTE KİMLİK GELİŞİMİ

Ergenlik bir başkalaşım ve dönüşüm dönemidir. Bu dönem belirgin ve hızlı fizyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimlerin görüldüğü çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemidir.
Başlangıcın belirleyicisi olan puberte, yani cinsel olgunlaşma kız çocuklarında ortalama 9 - 10 yaşlarında, erkeklerde ise 11 - 12 yaşlarında başlar. Biyolojik değişikliklerin tamamlanması ise 3- 5 yıl veya daha uzun sürer. Bununla birlikte ruhsal ve toplumsal gelişme yoğun bir şekilde devam eder. Ergenliğin süre ve sonlanımı sosyal kültürel ve bireysel olgunlaşma düzeyi ile ilgilidir. Ergen gelişiminin çok boyutlu olması başlangıç ve bitişiyle ilgili kesin bir sınır koyulmasını zorlaştırmaktadır. Yaş olarak bu süre genelde 12-21 yaş arası kabul edilmektedir.
Bu dönem bireyin kim olduğu, yaşamda nasıl bir yol izleyeceği konusunda yanıtlar aradığı zaman dilimidir. Kimliğin (kişisel kimlik, grup kimliği, ulusal kimlik, cinsel kimlik, kültürel kimlik, mesleki kimlik vs.) şekillendiği bu dönemde ergen gerçekten de bir karmaşayla yüz yüze kalır.
Ergenlik Dönemleri:
1. Dönem: Bu dönemde beden hızla gelişir ve bu değişimin kontrol dışı olması ergene kontrol kaybı ve ruhsal dengesinin kaybolabileceği düşüncesini uyandırır. Dürtüler artmıştır. Bu dönemde ergenler sıklıkla kaygılıdırlar. Uyku ve beslenmeleri düzensizdir. Dağınıklık, açık saçık konuşmalar görülebilir. Kızlar karşı cinsin dikkatini çekmeye yönelik davranışlar içerisine girebilirler. Dikkati daha çok bedenine yöneliktir. Hızlı büyüme ve bedendeki değişiklikler, yorgunluk ve huzursuzluk gibi belirtilerle kendini gösterir. Bu dönemde toplumsal sorumluluk ve görevlerin eklenmesi yorgunluk ve sinirlilik halinin daha yoğun şekilde ortaya çıkmasına neden olur. Bu dönemde artık genç anne-babanın otoritesiyle baş etme davranışlarına girmeye başlar.
2. Dönem: Puberteden yaklaşık 2 sene sonra başlayan ikinci dönemde ergende soyut düşünce gelişir. Tümden gelimli kavramları tanımlayarak düşünmesi bu dönemin karakteristik özellikleridir. Genç olayları anlatabilmek için tüm olası ilişkileri ve hipotezleri göz önüne almaya çalışır. Bu dönemde dil kullanımı karmaşık, mantık kuralları içinde ve dilbilgisi doğrudur. Soyut düşünme ergenin felsefe, din, ahlak ve siyaset konularına ilgisi ile de kendini gösterebilir. Kimlik arayışı ve özdeşim kurabileceği bir model arar. Artık ebeveynin değer yargıları onlar için anlam taşımaktan çıkar, genç dış dünyaya yönelir. Anne babanın etkisinden kurtulmaya çalışır. Ebeveynlerinin değer yargılarını düşüncelerini eleştirmeye başlar. Genç kimliğini ortaya koyma çabası içindedir, çabuk sinirlenir. Kimlik duygusu "Bireyin kendini birey olarak benzersiz ve kendine özgü bir tarz içinde var olduğunu ve bu tarzın süreklilik gösterdiğini duyumsayışıdır". Bu kimlik duygusunun her açıdan tanımlanmaya ve sosyal çevre tarafından kabul görmeye gereksinimi vardır.
Ergenliğin orta döneminde artık bedensel büyümede hız azalmış, kişi kendindeki değişimlere ayak uydurmaya başlamıştır. Artık ebeveynden ayrı, bağımsız bir kimlik edinerek toplumda yer alma çabaları önem kazanır. Artık arkadaş ilişkileri daha ön plana geçmiştir, akademik başarı ikinci plana itilebilmektedir. Ergen bir yandan aileden bağımsız olmak için çabalarken diğer yandan kendi güçsüzlükleriyle de yüz yüze gelir. Bu gerginlikle aile içi çatışmalar daha da şiddetlenebilir.
Her ne kadar bir kısım genç ergenlik dönemini hafif atlatsa da bir kısım ergenin bu dönemde yoğun sıkıntılar yaşadığı bir gerçektir. Ergenin yaşadığı sorunların başında kimlik bunalımı gelir. Bunun temelinde ergenin içinde bulunduğu hızlı gelişime ayak uyduramaması yatar. Ergen kendini bir bütün olarak hissetmekte zorlanır. Bu yaşanan durum kişilik gelişimini olumsuz etkileyebileceği gibi, kişiliğin yeni güçlü özellikler kazanmasını da sağlayacaktır. Bu dönemde genç erişkin dünyasına adım atmaktadır. Ergen çocuklukta yaptığı özdeşimler (ebeveynle) ve yeni yaptığı özdeşimlerle yeni roller denemeye başlar. Denediği bu roller arasında seçim yapma ve kendine bununla ilişkili bir gelecek hazırlama durumundadır. Ailenin bu dönemde bu farklı davranışları nedeniyle gençlerle alay etmemesi önemlidir. Bütün bu yaşadıkları genci ciddi anlamda zorlar. Soyut düşüncenin de gelişimiyle birlikte artık genç kendini duygular, davranışlar ve kişilerarası ilişkiler anlamında da tanımlamaya başlar. Ancak genç burada kendiyle ilgili genelleme hatalarına düşebilir. Yaşadıkları konusunda bu nedenle kendi hakkında abartılı çıkarımlarda bulunabilir. Kendini aynı anda hem çok merhametli hem de acımasız olarak nitelendirebilir. Bu durum gencin kendisini tutarsız biri olarak görmesine sebep olabilir ve gerçekte nasıl biri olduğu düşünceleriyle uğraşıp durur. Bocalama içindeki gençlerin başta gelen yakınmaları arasında, her ilişkide bir başkası olmak ve hangi ilişkide gerçekten kendisi olduğunu bilememek gelir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak bu gençler, davranışlarının sahte olduğunu, sürekli rol yaptıklarını ve kendileri olamadıklarını düşünürler.
Bu dağınık görünümün çözülmesiyle birlikte bunalımın da sonu gelmeye başlar. Gencin ve ebeveynlerin bu dönemde bilmesi gereken bu yaşananların doğal süreçler olduğu ve olması gerektiğidir. Bu bilindiğinde yaşananlar da bir sorun olmaktan çıkar.
3. Dönem: Ergenliğin son döneminde soyut düşünme iyice yerleşir, gelecek, evlilik, meslek seçimi gündeme gelir. Artık bunlarla baş edebilecek olgunluğa ulaşmıştır. Bağımsızlık duygusu gelişir. Kendi kararlarını vermeyle ilişkili çelişkiler azalır. Daha gerçekçi çözümler üretilmeye başlanır.
Cinsel çatışmalar azalmış, toplumsal konulara ilgi artmıştır. Kişinin kimlik duygusunun gelişimi ve kendiyle ilgili imajı netleştikçe sorunlar giderek çözümlenir. Ancak genç bunu gerçekleştiremezse kimlik karmaşası, kimlik dağılması veya ters kimlik gelişimi görülebilir. Ters kimlik gelişimi gencin bu karmaşadan kurtulmak için toplumsal beklentilerin tam karşıtı rolleri ve idealleri benimsemesidir.
Eğer aile veya yaşanılan toplumun yaşam tarzında belirgin bir değişiklik olmuşsa bu şartlar altındaki gençlerde kimlik bocalaması daha yoğun yaşanabilmektedir. Çünkü burada toplumun kendisi kimlik bunalımı yaşamakta ve toplumun çeşitli kısımları arasında yabancılaşma söz konusu olmaktadır. Gencin önünde çok sayıda karşıt ve çeşitli rol seçenekleri vardır. Ayrıca çocukluk dönemlerinden gelen suçluluk, güvensizlik, utanç gibi duygular eğer gençlik döneminde zayıflatılamazsa kimlik bocalamasını şiddetlendirebilir.
Anne- babalara düşen görevler nelerdir?
Anne babalar ergenlerin ayrı birer kişilik olduklarını kabul etmeli ve kendi kimliklerini ortaya koymalarına izin vermelidirler. Bu tarzda yaklaşılmayan genç, arkadaş veya çeşitli topluluklara dahil olarak kendini kabul ettirmeye çalışır ve kendisiyle uyuşmayan görüş veya davranışları benimseyebilir. Bu dönemde gençler sorunlarının çözümünün bir önderle bütünleşmek geçtiğine inanır ve onu ararlar, onun yol göstermesiyle kendini tekrar baştan yaratabileceğini düşünür.
Ailesiyle iyi iletişim kuramayan, çocuklarının önüne ulaşılamaz hedefler koyan ailelerin çocukları gençler öç alıcı bir şekilde ters kimlik seçerek toplumsal beklentilerin tam karşıtı bir kimlik edinebilirler.
Ebeveynlere düşen görev gençlerin yaşadıkların normal gelişim süreçlerinin bir parçası olduğunu görmek ve soğukkanlı yaklaşmaktır. Eğer ergenlik çatışmaları çok yoğun yaşanıyor ve tüm uğraşılara rağmen iletişimde zorluk yaşanıyorsa bir uzmandan destek almak faydalı olacaktır.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ÇOCUKLUK ÇAĞINDA KORKULAR

Korku, üzülmek, sevinmek, kızmak gibi doğal bir duygudur. Korku tehlike yaratan bir durum karşısında devreye giren bir savunma mekanizmasıdır. Bu nedenle korkularla baş etmenin yolu korkuyu bastırmak, yok saymak değil korku ile uygun bir şekilde başa çıkmayı öğrenmektir.

Çocuklar Nelerden Korkar?

Çocukluk korkuları genellikle kısa süreli ve geçicidir. Farklı yaş gruplarında farklı korkular öne çıkar. Doğumdan 2 yaşa kadar geçen dönemde bebekler yüksek ve ani sesler karşısında tedirgin olurlar. Ayrıca anne-babadan ayrı kalmaktan, yabancı kişilerden korkabilirler. 2 yaş sonrasında kazanılan bilişsel becerilerin etkisiyle korku yaratan durumlar da değişir. Okul öncesi dönemde çocuklar karanlıktan, yalnız kalmaktan, masallarda-çizgi filmlerde karşılarına çıkan cadı ve benzeri hayal ürünü kavramlardan korkabilirler. Korku yaratan durumla baş etmeyi öğrenmek çocuğun psiko-sosyal gelişiminde önemli bir role sahiptir. Güven ve kendine yetebilme duygusunun temelleri korkuyla baş edebilme becerisi sayesinde oluşur.

Korkular Karşısında Anne-Babanın Tutumları

Çocuklar korkuları söz konusu olduğunda ebeveynleri zorlu bir sınav bekler. Korku karşısında nasıl tepki vereceklerinden emin olmayabilirler. Kimi korkuları yok sayarak, kimi mizahı kullanarak (korku ile alay ederek), kimi çok uzun ve mantıklı açıklamalar yaparak çocuğun korkularını yenmesine yardımcı olmaya çalışırlar. Çocuğun korkuları karşısında anne-babanın tepkileri çocuğun tutumlarını belirler. Anne-babanın korku yaratan durum karşısında sakin kalıp, çocuklarına güven vermeleri sonucunda çocuk da korkuyla baş etmeyi öğrenir.Korku anında anne-babanın ilk önce çocuğun yaşadığı duyguyu anlaması önemlidir. "Ne var canım korkacak bak odandasın" demek yerine onu neyin korkuttuğunu anlatmasına izin vermek sonra da onu sakinleştirmek ve güven vermek önemlidir. "Annen ve baban burada, yanında, sana bir şey olmasına izin vermezler" diyerek çocukların korkularını anlatmalarına fırsat vermek, korku ile baş etmede ilk adımdır. Paylaşılan, kelimelere dökülen duygular daha kolay baş edilebilir hale gelirler. Çünkü konuşulmayan, anlaşılmayan ve gizli kalan şeyler aslında bizi tedirgin eder. Bazı çocuklar konuşmaya ve anlatmaya daha isteklidirler. Bu çocuklar kendilerini korkutan durum ile ilgili konuşmakta zorlanmazlar. Anne-babanın bu durumda işi daha kolaydır, iyi bir dinleyici olup, anlatılanları dinlemek, çocuğun kendini anlatmasına fırsat vermek yeterlidir. Korku ile baş etmeyi zorlaştıran iki tutumdan biri korkuyu yok saymak, diğeri ise çocuğun ne hissettiğini dinlemeden, anlamaya çalışmadan hemen onu sakinleştirme yoluna gitmektir. Çünkü iki durum da çocuğun kendisini anlatmasına, anlaşılmasına fırsat tanınmaz. Anne-babaların sık düştükleri bir diğer tuzak ise korku yaratan durum karşısında çocuğun anne-babaya bağımlı hale gelmesine neden olan tutumlardır. Örneğin karanlıktan korkan bir çocukla birlikte yatan anne-baba, aslında çocuğun korkuyla baş etmesine yardımcı olmaktan çok çocuğun tek başına yatamayacağına olan inancını pekiştirmektedirler. Anne-babanın çocuğun kendi korkularıyla baş edebilmesi için destek olması önemlidir ama bunu çocuk yerine kendileri yapmaya çalışırlarsa o zaman sağlıklı kişilik gelişimindeki önemli basamaklardan birini atlamış olurlar.

Anne-Babalara Öneriler

Temel prensip çocuğun korkusunu anlamasına ve bu duyguyla yüzleşmesine yardımcı olmaktır. Bazı durumlarda korku yaratan durumlar hakkında konuşmak çok kolay olmayabilir. Böyle olduğunda çocuğun hissettiklerini aktarabileceği alternatif yöntemler işe yarayabilir. Örneğin korku yaratan durumun resmini yapmak ya da oyun sırasında bunu ortaya çıkarabileceği (kuklalar, oyun evi gibi) oyuncaklar ile oynamasını teşvik etmek korkulan durumun ifade edilmesinde yardımcı olabilir. Korku ile baş etmekte etkili olabilecek bir diğer yöntem ise masallar ve hikâyelerin kullanılmasıdır. Masalda zor durumda kalan kahramanların bu durumdan nasıl kurutulduklarını görmek çocuğa kendi yaşadığı zorlukları aşmasında yol gösterir. Çocuk kitaplarından yararlanabileceğiniz gibi bazen siz kendi masalınızı kendiniz de yaratabilirsiniz. Yaratacağınız hikayenin kahramanı ( küçük yaşlarda hayvan kahramanlar da etkili olacaktır) çocuğunuzun yaşadığına benzer ( tam olarak aynı korku olama zorunda değil) bir durumla karşılaşır ve hikayenin sonunda bu durumla baş etmenin bir yolunu bulur. Hikâyeyi birlikte interaktif bir şekilde okumak daha etkili olmasına yardımcı olacaktır. Korku ile baş edebilmek için çocuğunuzun kendi duygularının farkında olması ve onları ifade edebilmesi önemlidir. Bu nedenle günlük hayatta anne-baba olarak duygu ifadesinde model olmanız, çocuğunuzun duygularını tanımasına ve isimlendirmesine yardımcı olur. Duygularını tanıyan bir çocuğun onlarla baş edebilmesi kolaylaşır.


Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Yaz Tatili


Uzun bir yaz tatili boyunca çocuğum derslerinden uzak kalacak mı, tatili sadece oyun oynayarak mı geçirecek ya da tatil dönüşü uyum problemi yaşayacak mı?" şeklindeki sorular anne babaların da kafasını meşgul ediyor. Karnesinde kırık not olan öğrencilerin velileri de aynı şeklide huzursuz. Ancak birkaç tedbir alarak yaz tatilini çocuğun en verimli şekilde geçirebilmesini sağlamak mümkün olacaktır.

Çocuğunuzu kötü karne için suçlamayın

Bebeklik döneminde çocuklar doğal olarak öğrenme güdüsüne sahiptirler. Doğal öğrenme güdüleri olumsuz olarak etkilendiği zaman bilgiyi kavramak için çaba göstermezler. Çocukların öğrenme yeteneklerini etkileyen bazı durumlar vardır; öğrenme güçlükleri, dikkat eksikliği, uyum ve davranış sorunları, gelişimsel bozukluklar, olumsuz yaşam olayları, geçiş dönemleri- ilköğretimden liseye- gibi. Ailenin yüksek başarı beklentisi ve "tembel", "sorumsuz" gibi olumsuz sıfatlarla çocuğu etiketlemesi onun kendine duyduğu güveni zayıflatır. Bu nedenle aile öğrenciyi suçlamaktan kaçınmalı, okul başarısızlığı olarak tanımlanacak sorunu çözebilmek için çaba göstermelidir.

Çocuğunuzun öğretmeni ile irtibat halinde olun

Öğrencinin gelişme gösterdiği ve zorlandığı alanları belirlemek için çocuğunuzla birlikte öğretmeniyle görüşün. Belli konularda başarılı olamayan öğrencilere yazın takviye yapılabilir. Ailenizde ve çevrenizde size bu konuda destek olabilecek insanları belirleyin.

Gerektiğinde uzman yardımı almaktan çekinmeyin

Öğrenme güçlükleri, dikkat eksikliği gibi akademik başarıyı etkileyen konularda okuldaki öğretmen ve psikolojik danışmanların çocuğunuzla ilgili kuşku ve önerilerine önem verin. Gerekli durumlarda uzmanlardan yardım alın.

Tatilde ailenin bir araya gelmesi için fırsatlar yaratılabilir

Örneğin aile paylaşım geceleri düzenlenebilir. Haftada bir gece en az üç saati birlikte geçirin. Özellikle ergenlerin aile törenlerine ihtiyaçları vardır. Aile bağlarının pekiştirilmesi için geniş aile olarak tanımlanan büyükanne, büyükbaba, hala, teyze, amca, dayı, yeğen, kuzen v.b. yakınlarla paylaşmak amacıyla ziyaretler düzenlenebilir. Şehir veya ülke dışında yaşayan yakın akrabalarla görüşmek için düzenlenen geziler, geniş aileyle kaynaşma fırsatı sundukları gibi, aile bireylerine doğdukları, büyüdükleri yerleri görme, anılarını tazeleme ve paylaşma olanağı da sağlarlar. Çocuklar anne-babaların geçmişe ilişkin anılarını dinlemekten zevk alırlar.
Tatili de çocuğunuzun kişisel gelişimine uygun olarak yönlendirmek elinize
Araba, otobüs v.b. ile yapılan yolculuklarda çocukların güzergahı haritalara bakarak takip etmeleri, trafik levha ve işaretlerini izlemeleri etkin öğrenmeyi sağlar. Çevredeki tarihi ve doğal zenginlikleri tanımak ve yaşayarak öğrenmenin gerçekleşmesine yol açar. Çocuğun gelişimi sosyalleşme sürecini de içermektedir. Bu nedenle kişiliğini geliştirmesi için ilgileri doğrultusunda sportif ve sanatsal etkinliklerden yararlanmalı, yaşıtlarıyla birlikte aynı ortamı paylaşabileceği kulüp, kurs gibi faaliyetlere katılmalıdır.

Yaz okulları güzel bir alternatif

Yaz okulları öğrenci ve ailelerin tatil dönemini yararlı şekilde değerlendirmelerine fırsat tanıyan kurumlardır. Özellikle ilköğretim ve lise çağındaki kız ve erkek öğrenciler yaz okullarından yararlanabilirler. Ancak aileler bu konuda çocuklarının görüşlerini almalı, onlara katılacakları yaz kampları, tercih edecekleri spor dalları ve etkinlikler hakkında seçim yapma hakkı tanımalıdırlar.

Yaz kampları seçiminde göz önünde bulundurulması gereken diğer unsurlar çocuğun ilgi alanı ve becerileridir. Anne-baba, eğitimci ve uzmanların dikkatli gözlemleri ve incelemeleri ile çocuğun ilgi alanlarının belirlenmesi mümkündür. Sporla ilgilenmeyen ancak tiyatroyu seven bir çocuğu sportif faaliyetler yerine, drama etkinliklerinin yer aldığı bir ortama yönlendirmek daha doğrudur.

Yaz okulları uzun süren eğitim yılının ardından öğrencilerin gerginlikten uzaklaşarak rahatlamalarını sağlayan ortamlardır. Öğrenciler yeni arkadaşlıklar kurarak sosyalleşirler, iletişim becerilerini geliştirirler. Yaşıtlarının bulunduğu ortamda kendilerini sınama, arkadaşlarıyla kıyaslama fırsatını bulurlar.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

Okul Fobisi


Okul fobisi, kuvvetli bir endişe nedeniyle çocuğun okula gitmeyi reddetmesi ya da bu konuda isteksiz görünmesidir. Okul fobisi olan çocuklar, okula olan isteksizliklerini tipik bir biçimde bedensel yakınmalarıyla dile getirmeye çalışan, bu nedenle kendilerini evde tutma yolunda anne-babalarını ikna etmeye çalışan çocuklardır.
Okul fobisi olan çocukların mide bulantısı, karın ya da baş ağrısı şeklinde bedensel şikayetleri genellikle sabahları uyanır uyanmaz görünmekte ve okula gitmemelerine karar verilir verilmez de kendiliğinden kaybolmaktadır. Eğer çocuklara okula öğleden sonra gitmeleri önerilirse, aynı tür şikayetlerinin bir saat içinde tekrarlandığı görülür. Kendilerine o gün için okula gönderilmeyecekleri konusunda söz verilirse, ertesi gün belirtilerin yeniden ortaya çıktığı dikkati çeker. Hafta sonu genellikle okul fobisi olan çocuklar için aktif olabildikleri ve okul baskısı olmaksızın diledikleri gibi eğlendikleri için en sevilen dönemdir.
Psikosomatik kökenli şikayetleri ortadan kaldırmak üzere öğretmen değiştirme. çocuğun daha az başarılı bir sınıfa alma ya da bir başka okula gönderme gibi alınabilecek önlemler sadece geçici bir süre için sonuç verir. Bu gibi durumlarda çocuklar başlangıçta mutlu ve yeni okul ortamına coşku içinde görünürler, ancak birkaç gün yada bir hafta sonra yeniden evde kalmak üzere yeni ortamla ilgili bazı yakınmalarda bulunurlar.
Okul fobisi ile okul kaçağı olmayı birbiriyle karıştırmamak gerekir. Okul fobisi olan çocuk, değişik zamanlarda okula anne-babasının bilgisiyle gitmez ve evde kalır. Çocuğun okula gitmemesinin temelinde başarısızlık korkusu ve sınıf içinde aktif olamama endişesi bulunur. Okuldan kaçan çocuklarsa okulu sevmezler, aynı zamanda tembeldirler ve akademik bir amaçları yoktur. Bu çocuklar, okuldan kaçtıkları zamanı anne ve babalarının bilgisi olmaksızın ev dışında istedikleri gibi geçirirler. Buna karşılık okul fobisi olan çocuklar evden uzaklaşmazlar; evde mutlu ve neşelidirler. Bu çocukların okul başarıları orta düzeydedir; ödevlerinin aksamasıyla yakından ilgilidirler.
Akut Okul Fobisi : Okul fobisi tepkileri görünmeye başladığı sırada şiddetli bir takım belirtiler dikkati çeker. Akut okul fobisi olan bu çocuklarda evde kaldıkları surece mutludurlar, arkadaş ilişkilerinde ve sosyal faaliyetlerde etkilidirler. Hatta bu çocuklar evde kaldıkları süre içinde ev ödevlerini yaparlar.
Akut okul fobisi ilkokuldan liseye kadar her yaşta, hatta kolej öğrencilerinde bile görülebilir. Bununla birlikte gerek ergenlik döneminde, gerekse ergenlik öncesi dönemde rastlanan okul fobisi belirtileri, yeni okula başlayan çocuktaki gibi kuvvetli ve zorlu değildir. Çoğunlukla çocuklar büyüdükçe şiddetli biçimde okul fobisi görülmez, ancak bunun yerini "kronik fobi" alır.
Kronik okul fobisi zamanla oluşur. Bu fobinin oluşmasında gencin çocukluk yıllarındaki akut okul fobisini de içine alan çeşitli davranış problemlerinin rolü büyüktür. Kronik okul fobisi. akut okul fobisini tam tersine, bir takım uyum zorluklarını içerir. Kronik okul fobisi olan çocuklar sadece okuldan değil, aynı zamanda önceden zevk aldıkları faaliyetlerden de uzaklaşmaya başlarlar. Bu çocuklar ne ders çalışırlar ne de belirli bir ilgi alanında faaliyet gösterirler. Ev çevresinde sıkıntılı bir biçimde zamanlarını geçirmeye çalışırlar. Bunun yanı sıra, bu tür çocuklar okula olan korkularını tüm çevreye genelleştirirler. Sonuç olarak bu çocukların gerek insan ilişkilerinde, gerekse yabancı oldukları ortamlardaki huzursuzlukları giderek artar.

Okul fobisinin nedenleri
Diğer fobilerde olduğu gibi, okula girdikten sonra oluşan korkularda da kalıtsal ve yapısal etkenlerden çok, psikolojik yaşantıların daha önemli yer tuttuğu görülür. Okul fobisi olan çocuk görünüşte nedensiz olarak okula gitmekten korkmaktadır. Ancak bu korkuyu oluşturan bazı temel etkenler vardır. Bunların başında yaygın bir baskının egemen olduğu aile ortamı sayılabilir. Okul fobisi olan çocukların yaşamalarının daha önceki yıllarında anneleri tarafından aşırı özen içinde büyütüldükleri görülür
Bu tür annelerin sürekli olarak çocuklarını memnun ederek onların sevgilerini kazanma çabası içinde oldukları, tüm ihtiyaçlarını karşıladıkları ve onları sürekli olarak kırıklığa uğramaktan korudukları dikkati çeker. Bu anneler özellikle çocukların bedensel rahatsızlıklarıyla yakından ilgilidirler. Çocuklar, gözlerinin önünde olmadığında kendilerini çok yalnız hissederler. Psikolojik ve fizyolojik olarak çocuklarıyla yakın olma ihtiyacını duyarlar. Bu anneler, çocuklarını anaokullarına göndermekten kaçındıkları gibi,arkadaşlarının evine bile oyun oynamak üzere göndermekten kaçınırlar. İşte yaşamın ilk yıllarında bu tür bir anne-çocuk ilişkisi çocuğun okula başladığı sırada önemli bir engel oluşturur. Anneler tüm bu koruyucu ve baskılı ortamından bir an olsun uzak kalmamış bu çocukların yabancı bir çevrede tanımadıkları insanlarla birlikte günlerini geçirmeleri onları son derece huzursuz eder.

Okul fobisi olan çocukların babaları da aşırı bağımlılık ve koruma konusunda eşleriyle iş birliği içindedir. Bu tür babalar ev içinde bir takım kurallar koyma ya da disiplin uygulama yerine, sürekli bir barış ve sakinlik ortamının olmasını tercih ederler. Böylelikle okul fobisi olan çocuklarda şu üç temel karakteristik kişilik özelliği gelişir:
1. Bu çocuklar anne-babaları tarafından aşırı korunma sonucu" bağımlı" anne-babaya
adeta yapışık bir birey olarak gelişirler
.
2. Tüm ihtiyaçlarının karşılanması, çocuğun "çok isteyen ve hileye baş vuran" bir birey
olmasına yol açar. Bu tür çocuklar istedikleri her şeye istediği zaman kavuşurlar.
3. Anne ve babalarının disiplin konusundaki yetersizlik ve başarısızlıkları nedeniyle
gerektiğinde çocuğun isteklerine set çekilmemesi çocukta "egemenlik" duygusunun gelişmesine neden olur. Bu durumda çocuk, sadece kendisini ilgilendiren konulara değil, tüm ev işlerine karışır.
Bu tür ailevi nedenler sadece okul fobisini oluşturan tek etken gurubu değildir. Ayrılık endişesi, değişiklik ve sıkıntı da okul fobisinin nedenleri arasında sayılabilir. Anne ve babanın hastalığı, evde yangın çıkması yada hırsızlık vb. nedeler çocuğun evden uzaklaşmasını engelleyen etkenlerdir. Böyle durumlarda çocuk, kendini evde bulunmakla sorumlu tutar.
Değişiklik, bazı çocuklarda okul fobisinin oluşumu için tek neden olabilir. Yeni eve, yeni koşullara, yeni okula yada sınıfa geçme bu fobiye neden olabilir.
Yatılı Okul: Yatılı okul, özellikle ergenliğin başlarına rastlayan 11-12 yaşlarında çocuğun anne-babasına en çok gereksinim duyduğu bir dönemde onlardan ayrı kalmasına neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak da çocukta bir takım uyum ve davranış bozukluklarına rastlanabilmektedir.

Okul fobisi olan çocuklara neler yapılmalı

Okul fobisi, çocuğun okuldan, sosyal faaliyetlerden ve öğrenme yaşantısından uzaklaşmasına neden olduğundan, akademik ve sosyal gelişmeyi ciddi bir şekilde etkilemektedir. Okul fobisi, özellikle kronik olduğu taktirde, ergenlik döneminde gençliğin diğer nörotik belirtilerinden daha zorlu bir takım psikolojik sorunların oluşumuna yol açar.
Okul fobisinin en çok yaygın olduğu 5-8 yaşlarında bıraktığı olumsuz iz, ikinci yoğun olan yaş grubu 11-14 yaşlarına oranla daha azdır Okuldan uzak kalmanın getireceği sorunlar nedeniyle okul fobisi olan çocukların elden geldiğince bir an önce okula dönmeleri amaçlanır. Çocuğun okula dönmesinden önce sorunun nedenlerini anlamasına yardımcı olmak ve endişelerini azaltmak amacıyla bir süre için psikoterapi alması öngörülür. 6-12 ay gibi bir tedavi sürecinden sonra çocukların okula dönmelerinin başarılı sonuçlar verdiği görülmüştür. Kronik okul fobisinde çocuğun okula dönmesinde psikoterapi olumlu sonuçlar verir, böyle bir tedavi yöntemine girişmeden çocuğun okula dönmesi onun okulda giderek daha çok mutsuz olmasına ve gerek sosyal gerekse akademik başarı açısından arkadaşları arasındaki statüsünü kaybetmesine neden olur. Akut okul fobisi olan çocukları okula bağlayabilmek ancak uzman terapistlerin yoğun çabalarıyla olasıdır. Sağlıklı bir gelişim ancak etkili bir davranış terapisi ve aile yönlendirme yöntemiyle gerçekleşebilir.
Bu çocukların sınıfta daha az endişe duymalarını, daha huzurlu olmalarını sağlamak üzere yapılacak özel eğitim egzersizleriyle, okulu çocuğa yeniden tanıtma ve özendirme girişimleriyle, gerekirse önce 1 saat, sonra yarım gün, sonunda tam gün okula gitmelerini sağlamakla, gerektiğinde annelerinin de okula gelmelerini ve çocuk kendini rahat hissedinceye kadar kısa bir süre sınıfta oturmalarını sağlamakla, nihayet anne ve babaları eğiterek, okulda yeterli bakım ve eğitim olmadığı yolundaki onların aşırı koruyucu tavırlarından kurtulmalarını sağlamakla mümkündür.

 

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ÇOCUKTA UYUM VE DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI


Çocuklar her yeni gelişim dönemine geçtiklerinde yeni beceriler kazanırlar. Çocuğun edindiği her yeni beceri beraberinde çözülmesi gereken bir sorunu da getirir. Gelişim dönemlerinde karşılaşılan sorunlar olağan ve geçicidir, ancak çocuk bu dönemlerde çevresindeki yetişkinlerin yanlış tutumlarına maruz kalırsa veya sorunlarını çözerken engellemelerle karşılaşırsa, dönemsel (olağan) diye nitelenen bu sorunların çözümü yeni gelişim dönemlerine ve çocuğun ileriki yaşlarına ertelenir. Bu durumlarda ortaya çıkan sorunlar uyum ve davranış bozuklukları olarak adlandırılır. Örneğin, çocuk, sosyal-duygusal gelişimi gereği yaşıtlarıyla oyun oynaması gereken bir yaşta, sürekli yalnız kaldıysa, ileride içine kapanık bir çocuk ve yetişkin olabilir; veya çocuk gelişimsel olarak kendi kendine üstünü giyinme ve yemek yeme davranışlarını yapabilecek becerilere sahipken, aile tarafından sürekli bu becerilerini sergilemesi engellendiyse, bu alandaki gelişimini farketmesi ileriki yaşlara kalacağı için yeni gelişim dönemlerinde ortaya çıkacak sorunlarla baş etmesi güçleşecektir. Baskıcı, aşırı disiplinli, aşırı koruyucu ve alaycı, aşağılayıcı aile tutumları da uyum ve davranış bozukluklarına yol açar. Uyum ve davranış bozuklukları yalnızca ailenin yanlış tutumlarına bağlı olarak gelişmez, çevresel faktörlere bağlı olarak da gelişebilir. Yangın, deprem gibi travmatik olaylar; evdeki kavga ve huzursuzluklar, aile içi şiddet gibi aile içi sorunlar; ölüm veya boşanma nedeniyle anne-babadan uzak kalma gibi kayıp ve ayrılıklar da uyum ve davranış bozukluklarına yol açan çevresel faktörlere örnek olarak verilebilir.

Çocuklarda görülen uyum ve davranış bozuklukları aşağıdaki gibi sıralanabilir;
- Altını ıslatma ve dışkı kaçırma
- Psikolojik kökenli kekemelik
- Parmak emme
- Tırnak yeme
- Fobiler ve korkular
- Yeme bozuklukları ve iştahsızlık
- Uyku bozuklukları
- Mastürbasyon (kendi kendini tatmin etme)
- İçe kapanıklık
- Çalma
- Yalan söyleme
- Aşırı hareketlilik
- Saldırganlık
- Saç yolma
- Uyur gezerlik
- Bağımlılık
- Aşırı inatçılık


Anne-babalar, bu tip bir sorunlarla karşılaştıklarında ilk olarak ne yapmaları gerektiğini, ne tip tutumlardan kaçınmaları gerektiğini ve sorunun sağlıklı bir biçimde giderilebilmesi için nasıl bir yol izleyeceklerini bilmeleri son derece önemlidir .

Uyum Bozukluğu ile Normal Davranışı Birbirinden Ayırdetmek
Aileler genellikle, çocuğun gelişim dönemine bağlı olarak yaşadığı olağan sorunlarla, uyum bozukluğu olarak kabul edilen davranışlar arasında ayırım yapmanın zor olduğunu ifade eder. Anne-babalar için bu ayrımı sağlıklı biçimde yapmak çok zordur, ancak belirli kriterleri göz önünde bulundurarak en azından bir uzmana başvurmaları gerekip gerekmediğini tespit edebilirler.

Örneğin, alt ıslatma davranışını ele alalım. Bir buçuk yaşında tuvalet eğitimi almış bir çocuğun, ilk 1-1,5 sene zaman zaman altına kaçırması normaldir. İlk zamanlar çocuk kaslarını kontrol etmekte güçlük çekebileceği için tuvalet eğitimini takiben gece ve gündüz görülebilen alt ıslatma davranışı normal kabul edilmelidir. Çocuk 3,5-4 yaşından sonra da alt ıslatma davranışına devam ediyorsa bu davranış uyum bozukluğu olarak kabul edilebilir; çünkü artık yeni bir beceriyi (tuvalet eğitimi) kazanmak için gerekli olan adaptasyon süreci aşılmıştır. Bunun gibi, bebeklik dönemindeki parmak emme davranışı normal kabul edilirken, 1 yaşından sonraki parmak emme davranışı uyum ve davranış bozukluğuna işaret eder.

Anne-babaların çocuğun hangi yaşta karşılaştığı sorunların normal, kısa süreli ve geçici olduğunu tespit edebilmesi için bu konularda bilinçli ve bilgili olması gerekmektedir. Çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda çok okuyan bilinçli aileler bile bu tip sorunları farketmekte güçlük çekmektedirler. Bu nedenle tüm anne-babaları insanın kişilik gelişiminde çok önemli olan 0-6 yaş döneminde , çocuklarının gelişimlerini kontrol ettirmek, anne-babanın farkına varamadığı bir sorun olup olmadığını öğrenmek ve ortaya çıkabilecek olası uyum ve davranış bozukluklarına karşı önlem almak için bir uzmana başvurmalarında yarar vardır.

Hatalı Anne-Baba Tutumları
Uyum ve davranış bozuklukları, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi hatalı anne-baba tutumlarına bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bazen de, davranış bozukluğu başka bir faktöre bağlı olarak ortaya çıkar, ancak hatalı anne-baba tutumları nedeniyle
- tırmanarak artabilir,
- yeni uyum ve davranış bozukluklarının ortaya çıkmasına neden olabilir,
- öz-güven eksikliği, içe kapanıklık, aşırı kaygılı olma gibi sorunların ortaya çıkmasına katkıda bulunarak kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilir.

Uyum ve davranış bozukluğu geliştiren çocukların anne-babalarının hatalı tutumları aşağıdaki gibi özetlenebilir;

Anne-babalar çocuklarının bilinçli olarak belirli davranışları yaptıklarını düşünerek sorunu görmezden gelir veya davranışı ve çocuğu baskı altına almaya çalışır. Oysa, çocukların çok büyük bir çoğunluğu, bilinçli olarak bu davranışları sergilemez. Çevrelerine bir mesaj vermek için, yani rahatsız oldukları durumları ifade etmek için bunu yaparlar.
Anne-babalar sorunu gidermek için, davranışı yapan çocuğu küçük düşürücü, aşağılayıcı ve suçlayıcı tavırlar sergilerler. Bazı aileler sorunu gidermek için çeşitli ceza yöntemlerine, hatta şiddete bile başvurmaktadırlar. Mastürbasyon yapan çocuğa ceza vermek, parmağını emen çocuğun ağzına biber sürmek ve altını ıslatan çocuğu deşifre etmek bu tip tutumlara örnek olarak verilebilir. Ailelerin, cezadan ve suçlayıcı tavırlardan uzak durmaları gerekir. Bu tip baskıcı tutumlar sorunu artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Bazı aileler ise, sorunu kendi haline bırakıp, kendiliğinden geçmesini beklerler. Oysa, uyum ve davranış bozuklukları kendiliğinden geçmez, mutlaka bu bozukluğun altında yatan sebepler ortadan kaldırıldıktan sonra geçer. Zaman içinde kendiliğinden geçen inatlaşma, parmak emme, alt ıslatma vb. Sorunlar yukarıda sözünü ettiğimiz normal dönemsel sorunlardır. Uyum bozukluğu olarak ortaya çıkan davranışlar ise ileriki yaşlarda ortadan kalkmış gibi gözükse bile ya yeni bir sorun olarak, ya da tekrarlanarak karşımıza çıkar. Örneğin, parmak emme davranışı okul yıllarında tırnak yeme veya öz-güven eksikliği olarak yeniden belirebilir. Alt ıslatma davranışı olan 3 ve 4 yaşlarında iki çocuğu ele alalım; 3 yaşındaki çocuğun sorunu 6 ay içinde kendiliğinden geçebilir, çünkü bu yaşta görülen bu davranış normaldir; ancak 4 yaşındaki çocuğun davranışı kendilinden geçmez, çünkü bu bir uyum bozukluğudur.
Uyum ve Davranış Bozukluklarının Tedavisi
Ailelerin uyum ve davranış bozuklukları konusunda çok bilinçli ve dikkatli olmaları, böyle bir sorundan şüphelendiklerinde bir uzmana başvurmaktan çekinmemeleri gerekir. Psikologlar, anne-baba ve çocukla yapılan ayrı ayrı görüşmelerle sorunun sebeplerini tespit ederler. Çocuğun yaş dönemine, sorunun çeşidine ve şiddetine göre aileye gerekli önerilerde bulunur ve gerek görürlerse çocukla belirli bir süre düzenli olarak görüşerek sorunun ortadan kalkmasını sağlarlar. Ailelerin de amacı uzmanların amacıyla paralel olmalıdır; amaç, davranış bozukluğunu ortadan kaldırmaya çalışmak değil, bu bozukluğu ortaya çıkaran sebepleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmalıdır.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ÇOCUK GELİŞİMİNDE OYUN

Oyun, çocuğa hiç kimsenin öğretemeyeceği konuları, kendi deneyimleriyle öğrenmesi yöntemidir. Oyun, sonucu düşünülmeden, eğlenmek amacıyla yapılan hareketlerdir.
Çocuğun kas sistemini geliştiren aktif oyun, aynı zamanda çocukta biriken enerjinin boşalmasını sağlar. Bu enerjinin harcanmaması, çocuğun nörotik, içe dönük ve alıngan bir yapıya sahip olmasına neden olabilir.
Çocuğu tanımada değerli bir araç olan oyun, onun günlük yaşamda çevresinden aldığı uyaranların oluşturduğu gerilimden kurtulmasını sağlar. Çocuk, oyun yoluyla birikmiş enerjisini toplumsal açıdan kabul edilen bir yolla boşaltma olanağı bulmaktadır. Ayrıca oyun çocuğun en güçlü ve doğal dürtülerinden biri olan, saldırganlık dürtüsünü boşaltma olanağı bulmaktadır.
Hayali oyunlarda çocuk, korkulardan ve korkuların sonucu olan gerilimden kurtulabilir. Uygun seçildiği taktirde oyunlar, günlük yaşamda görülen en derin duygu gereksinimlerini ifade olanağI bulmakta ve sorunlarını kendi kendine çözebilmektedir. Çocuklar özel yaşamlarındaki bazı sorunlarını oyun yoluyla çözebilirler. Örneğin,okulda el yazısında zorluk çeken bir çocuk, yazı için gerekli olan el hareketlerini, kil faaliyeti, resim ya da boya yoluyla kazanabilir. Oyun, çocuğun dili ve etkin bir anlatım aracıdır.

Oyunun Eğitimsel Değeri
Çeşitli biçim ve boyutlardaki oyun malzemesiyle oynaya oynaya çocuk, renk boyut ve objelerin anlamlarını kavrar. Oyun, çocuğun içinde bulunduğu yaşamı kavramasını, gerçekle gerçek olmayanı ayırabilmesini öğretir.
Gerek çocukların gerekse yetişmiş insanların, eğitim ve öğretim sırasında dikkatlerini uzun süre dağıtmadan muhafaza etmeleri oldukça zordur. İnsanlar bir süre sonra sıkılırlar ve dikkatleri dağılır. Bu da kalıcı bir şekilde algılamayı ve öğrenmeyi engeller. Özellikle ilk ve orta öğretimdeki çocukların dikkat süreleri daha kısadır. Oyunla öğrenmenin faydalarından birisi de, dikkati yoğunlaştırma kalitesidir. Oyunlar, öğrencileri pasif durumdan aktif duruma geçirmeleri sebebiyle dikkati, diğer öğrenme tekniklerine göre daha fazladır.
Oyunları, öğretilmek istenen konulara bağlamak hiç de zor değildir. İyi bir eğitimci konuyu bağlayarak bireylere çok şey öğretebilir.

Oyunun Toplumsal ve Ahlaki Değeri

Arkadaşlarıyla oynamak, çocuğa işbirliğini ve toplu yaşam için gerekli kuralları öğretir. Oyun yoluyla sosyalleşen, ben ve başkası kavramlarının bilincine varan çocuk, vermeyi ve almayı da oyun aracılığıyla öğrenir. Çocuğun toplum ve ahlak kuralına uyum göstermesinde oyunun rolü büyüktür. Çocuk, ev ve okul çevresinde neyin doğru neyin yanlış kabul edildiğini görür. Ancak bu tür kurallara uymanın zorunluluğunu oyun ortamında anlayabilir.
Piaget' ye göre, çocuk oyunları son derece sosyal kuruluşlardır. Örneğin, bilye oyununda karmaşık bir kural sistemi vardır. Çerçöp diyen çocuk yanmaktan kurtulur. Çocuk ahlak kurallarını yetişkinden öğrenirken en basit oyun kurallarını kendisi bulur ve bu kuralları kuşaktan kuşağa iletir.
Çocuk, oyun dünyasında egemendir. Yaşıtları dışında kimsenin bu dünyaya girmesini istemez. Çocuğun oyun içindeki davranış biçimimde ailesinden edindiği eğitim türünün etkisi büyüktür. Aşırı hoşgörü ortamının egemen olduğu ailelerden gelen çocuklar, oyun ortamına kolaylıkla uyum sağlayamazlar. Yine aşırı otoriteler aile ortamından gelen çocuklar ya çok silik ve pasif ya da saldırgan davranış örnekleri verirler.

Oyuncağın Eğitimsel Önemi ve Oyun Malzemeleri
Gelişim basamakları boyunca hareketlerine düzen getiren, zihinsel, bedensel ve psiko-sosyal gelişimlerinde yardımcı olan, hayal gücünü ve yaratıcı yeteneklerini geliştiren tüm oyun malzemesi oyuncak olarak tanımlanabilir.
Oyuncaklar, çocuğun doğal yeteneklerini kolaylaştıran, böylelikle de büyük bir eğitimsel işlevi yerine getiren oyun malzemeleridir.
Bireyin toplumla ve çevreyle olan ilişkilerini düzenleyen bir araçlar sistemi gözüyle bakılabilir. Oyuncaklar çocukların çeşitli renk boyut ve şekilleri kavramalarına, sayısal ve yazınsal kavramlardan haberdar olmalarına yardımcı olurlar.
Oyun malzemesine ilişkin çeşitli sınıflandırmalar yapılmıştır. Bu sınıflandırmalara göre oyun malzemesi beş ana grupta ele alınabilir:
o Birinci malzeme grubu, çocuğun etrafını saran dış dünyayı tanıması ve deneyim kazanmasına yardımcı olur.
o İkinci grup malzeme, çocuğun yaratıcı yeteneğini ve kendi kendini yönetebilme arzusunu uyaran, çamur, boya ve tebeşirlerdir.
o Üçüncü grup malzeme, çocuğun hayal gücünü uyaran bebek elbiseleri ve hayvanlardır.
o Dördüncü grup malzeme, çocuğun yetişkin becerilerini kazanmasına yardımcı olan fırça, süpürge, küçük ev eşyası model oyuncaklardır.
o Beşinci grup malzeme, çocuğun bedensel ve zihinsel yeteneklerinin gelişimine doğrudan doğruya yardımcı olan jimnastik gereçleriyle inşa oyuncaklarıdır.

Oyun Döneminde Kazanılan Yetenekler
3.Yaş:
o Küplerden bir köprü kurabilir.
o Ayakkabılarını ayağına geçirebilir, düğmesini ilikleyip çözebilir.
o Çizilen bir çemberi bakarak çizer.
o Soyadını söyler. Kız veya erkek olduğunu bilir ve söyler.
o Söylenen üç sayıyı ezberden yineler.
4. Yaş:
o Bir kareyi kalemle kopya edebilir. Bir artı işareti çizebilir.
o Bir kağıdı köşeden katlayabilir.
o Söylenen sayıyı yineleyebilir
o Dört nesneyi veya parmağı sayabilir.
o Üç parçalı bir bul-tak bulmacasını yapabilir,.
o Uzun bir cümleyi yineleyebilir.
o Acıkınca ne yaparsın? Uykun gelince ne yaparsın?
o Üşüyünce ne yaparsın? Gibi soruları doğru yanıtlar.
5.Yaş:
o Bir üçgen çizebilir.
o Çöpten insan resmi çizebilir.
o Yaşını bilir. Sabahı akşamı ayırır.
o Dört rengi yanlışsız bilir.
o Ayakkabı bağcıklarını bağlar.
o Dört parçalı bir bul-tak bulmacasını yapar. On küple bir kule yapar
6.Yaş:
o Paraları tanır.
o Sağ elini, sol kulağını, sağ gözünü gösterebilir. On parmağını yanlışsız sayabilir. Başı, kolları, gövde ve bacakları olan bir insan resmi çizebilir.


Oyun Kuramları

En eski kuram, oyunun dinlenme gereksiniminden kaynaklandığını ve yorgunluğu gideren bir faaliyet olduğunu savunan görüştür.
Sonraları, ilk gerçek oyun kuramını ortaya atan, Herbert Spencer olmuştur.Spencer, oyunu fazla enerjinin harcanması olarak nitelendirmiştir, böylelikle gerginliğin azalacağını savunmuştur.Spencer'e göre, sağlıklı çocuklar, zayıflara oranla daha çok oynamaktadırlar.
Haeckel'göre, çocuk kısa bir süre içinde ırkının geçirdiği evrimden geçerek gelişir. Bu " biyogenetik yasa" ya göre, çocuğun oyunları da, eski kuşaklardan kalan faaliyetlerin bir parçasıdır.
Daha sonraları, bu görüş üzerine Stanley Hall, çocuğun evrimiyle toplumun evrimi arsında bir ilişki kurmuştur.Hall'ın "recapitulation (tekrar) kuramı" na göre, bir birey yaşamı boyunca, daha önce kendi türünün geçirmiş olduğu gelişme seyrinin aynısını geçirecektir. Oyun, bunun açık seçik bir belirtisidir.
Karl Groos, 20.yüzyılın başında ortaya attığı kuramında, oyunun gerçek yaşama alışma egzersizi olduğunu belirtir. Oyun, bireyi günlük yaşamında karşılaşacağı zorluklardan korumak üzere hazırlar. Groos, çocuktaki kavga gibi ilkel (saldırganlık) eğilimlerinin oyun yoluyla boşalabildiğini kabul eder.
Karr'a göre, oyun, bedenin gelişimini sağlayan, uyarıcı bir etkendir. Bazı alışkanlıklar oyun yoluyla yinelenirken öğrenilir. Karr'a göre, oyunun bir de arındırma işlevi vardır. Oyun, bireyde varolan anti-sosyal eğilimlerden onu arındırır. Zararlı olan bu eğilimler, oyun yoluyla kanalize edilir, yönlendirilir.

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

Geri Dön

SINAV KAYGISI

Genel anlamda psikolojik ve çevresel olaylara karşı gösterilen bir duygusal reaksiyon biçiminde tanımlanan kaygı belirli sınırlar arasında kalmak koşuluyla evrensel ve normal bir duygu olarak kabul edilmektedir. Kaygı ya da anksiyete terimi çoğu zaman korku, endişe, gerginlik, huzursuzluk, bunaltı gibi kavramlarla ifade edilen durumu tanımlamaktadır. Başarısızlık duygusu, çaresizlik, sonucu bilememe gibi duyguları da beraberinde taşır. Kaygı korkuya benzer bir durum olmakla birlikte sorunun yada kaynağın belirsizliği, şiddeti ve süresi bakımından farklılaşır. Kişi bunu tanımlarken kötü bir şey olacakmış endişesi, huzursuzluk, yorgunluk gibi belirtilerden, baş ağrısı, nefes darlığı terleme gibi yakınmalara kadar pek çok belirti sergileyebilir. Bazı kimseler karşılaştıkları her durum ve ortamda kaygılanma eğilimindedirler.

Bu kişiler için birisiyle karşılaşmak veya tanışmak, okula veya işyerine gitmek, bir toplantıya katılmak veya alışveriş yapmak kaygı vericidir. Yaşanan bu yaygın kaygıya genel kaygı adı verilmektedir. Diğer bir kaygı türü ise sadece belirli durum ve ortamlarda yaşanır ve kaygı uyandırıcı durum ve koşullar ortadan kalktığında bu kaygıda kaybolur. Bu kaygıya özgül kaygı denmektedir. Örneğin sınav kaygısı bir özgül kaygıdır ve günümüzde sınavlarından geçmek zorunda olan öğrenciler arasında sık görülür.
Bir sınav öncesinde, sırasında ya da sonrasında duyulan endişe, korku ve rahatsızlıktır. Hemen hemen herkes bu kaygıyı bir miktar hisseder. Ama bazı öğrenciler sınav dönemlerinde yaşadıkları bu duygusal tepkilerin akademik performanslarını ciddi anlamda olumsuz yönde etkilendiğinden söz etmektedir.
Kaygı yaşadığımızda fiziksel (mide kasılması/bulanması, baş ağrıları, ağız kuruması, çarpıntı gibi), zihinsel ("Kesin başaramayacağım!, Herkes bu sınava benden daha fazla çalıştı!"gibi) ve duygusal (yoğun endişe, gerginlik, tolerans azalması, korku gibi) tepkiler verebiliriz.
Bir sınava girmeden günlerce önce sınavı başarıp başaramayacağınız kaygısı beyninizi aşırı meşgul ediyorsa ve yoğun bir kaygı hissediyorsanız üstelik bu kaygı sizi gündelik işinizi bozuyorsa, uykularınızı, yeme duyunuzu etkiliyorsa, neredeyse başka bir şey düşünmüyorsanız sınav kaygısına adaysınız demektir. Sınav öncesi , uyku tutmuyorsa, sınava girerken eliniz ayağınız titreyip soğuk terlemeye başladıysanız, sınav kağıdını açmaya cesaret edemiyor, soruları heyecandan okuyamıyorsanız yoğun bir sınav kaygınız var demektir.
Sınav öncesinde öğrenilen bilginin, sınav sırasında etkili bir biçimde kullanılmasına engel olan ve başarının düşmesine yol açan yoğun kaygıya sınav kaygısı denir.
Sınav Kaygısı; birçok öğrencinin sınav sırasında yaşadığı kaygının, sınavda sergilenmesi gereken becerileri olumsuz yönde etkilemesi durumudur.

Sınav kaygısı kesin olarak belli türlere ayrılmamakla beraber kaynakları ve ortaya çıkış şekilleri açısından farklılıklar gösterebilir. Öğrenci, hazırlığını tam olarak yapamamışsa, kendini başkalarıyla karşılaştırıyorsa, geçmiş sınavlarında başarısız olmuşsa, sınav kaygısı yaşayabilir. Ayrıca öğrenci; çevresindeki önemli kişileri memnun etmeye çalışabilir, onların kendisinden çok şey beklediğini düşünebilir. Sonuç olarak öğrencinin deneyimleri ve inanışları, sınav kaygısının hangi ölçüde ortaya çıkacağını belirleyebilir.
Sınav kaygısı, sınav durumlarıyla doğrudan ilişkili olan bir kaygıdır. Bu kaygı, kişinin sınava yeterli şekilde hazırlanmasına ve başarılı olmasına engel olabilir. Sınav kaygısıyla ilgili belirtiler genellikle iki türdür; Duygusal ve Fiziksel.
Duygusal belirtiler; panik hissi, sinirli olma, ağlama, aşırı engellenmişlik hissi, şaşkınlık, unutkanlık, olumsuz düşünceler ve depresyon şeklinde sıralanabilir.
Fiziksel belirtiler ise kalp atışlarının hızlanması, mide bulantısı, titreme, kasılma, baş ağrısı veya aşırı terleme şeklinde ortaya çıkabilir. Sınav kaygısı öğrenilen bir davranış olduğu için, bu kaygının aynı şekilde öğrenilmemesi de mümkündür. Bunun için ilk adım, bu davranışın nerde veya neden ortaya çıktığını belirlemek ve bu davranışın öğrenilmemesi için işleyişe başlamaktır.
Sınav kaygısı iki ayrı boyutta ele alınabilir:
Endişe ve Yoğun Duygulanım

Endişe performansa yönelik zihinsel bir süreçtir. Sınav sonucuna ilişkin olumsuz düşünce, inanç ve beklentilerden oluşur. Yoğun Duygulanım kaygının yarattığı fizyolojik uyarım sonucu bedenden gelen ve bedenin olağan işleyiş dengesi dışına çıktığı mesajını veren sinyallerdir.
Aşağıdaki bölümde sınav kaygısı yaşayan kişilerin, kaygının endişe ve duygulanım boyutlarını nasıl dile getirdiklerini gösteren bazı ifadeler bulacaksınız.

Endişe
Bu sınavda başarılı olamayacağım.
Bu sınav sonunda her şey berbat olacak.
Sınıftaki herkes benden daha zeki.
Bu sınavda başarısız olursam not durumumu bir daha asla düzeltemem.
Sınav sırasında bildiğim her şeyi unutabilirim.
Kendimi yetersiz ve eksik görüyorum
Evdekilerin yüzüne nasıl bakarım?


Yoğun Duygulanım
Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor.
O kadar gerginim ki midem altüst olmuş durumda.
Çok perişan bir durumdayım.
Bu sınava gireceğim için paniğe kapıldım, elim ayağım birbirine dolaşıyor.
Kendimi bir sis bulutu içinde hissediyorum, hiçbir şey bilmiyorum ve hatırlamıyorum.
Gözüm kararıyor, midem bulanıyor, soğuk soğuk terliyorum.

Sınav kaygısı yüksek olan öğrencilerin sınav gününden önce ve sınav günü yaşadıkları belirtiler arasında, uykusuzluk, gerginlik, çarpıntı, sinirlilik, karamsarlık, kabus görme, korku, terleme, baş ağrısı, karın ağrısı, solunumda güçlük, iştahsızlık, mide bulantısı, bitkinlik, durgunluk gibi belirtilerle kötü not alma v.b. endişeler yer almaktadır.
Öğrenciler, sınav için sınıfta beklerken de ellerinde terleme olduğunu, kalplerinin çok hızlı çarptığını, başlarının ya da karınlarının ağrıdığını fark etmekte; ayrıca, gerginlik, sabırsızlık, el titremesi, bütün bildiklerini unutma korkusu, kendine güvende azalma gibi belirtiler yaşadıklarını da ifade etmektedirler.
Sınav başladıktan sonra ise şu tür kaygı belirtileri ortaya çıkabilir: Dikkati toplamakta, sınava başlamakta ve soruları anlamakta güçlük; bilinen bir soruda hata yapma korkusuna bağlı yoğun heyecan, kötü not alma beklentisi, öfke, düşünememe, sınavın kötü geçeneğine inanma, sürenin yetmeyeceği düşüncesi, zor gelen sorularda paniğe kapılma ve bazı fizyolojik belirtiler. Öğrencilerin çoğu, bu endişelerin ve fizyolojik belirtilerin sınavın ilk 30 - 40 dakikası içinde daha yoğun yaşandığını, sınavın sonlarına doğru, belirtilerin şiddetinde bir azalma olduğunu belirtmektedirler.
Görüldüğü gibi, yoğun sınav kaygısı içindeki kişiler, yalnızca bedensel bazı uyarımlar yaşamakla kalmayıp, aynı zamanda performanslarının yeterliliği konusunda da yoğun bir endişe içine girmektedirler.
Araştırmacılar, sınav başarısının düşmesinde endişe faktörünün etkisinin, yoğun fiziksel uyarıma oranla daha fazla olduğunu belirtmektedirler. Çünkü sınav kaygısının sınav sırasında yarattığı olumsuz ve ketleyici etkinin odağı dikkat mekanizmasıdır. Kişinin, potansiyelini ortaya koyabilmesi için sınav sırasında dikkatinin tümünü sınav sorularına yöneltmesi gerekir. Ancak sınav kaygısı yüksek olan kişilerin yaşadığı endişe, dikkatin bölünmesine ve sınavla ilgili olmayan şeylere yönelmesine neden olur. Öğrenci, dikkatini sınava vermekte güçlük çeker ve dikkat, sınav soruları ile kişinin kendi performansına ilişkin yorum ve değerlendirmeleri arasında bölünür. Bir süre sonra öğrenci, dikkatinin çoğunu akademik başarısıyla ilgili olumsuz yorum ve değerlendirmelere yöneltir. Başarısından kuşku duyar ve diğerlerinin kendisinden daha üstün performans göstereceğini düşünür. Böylece sınava odaklanması gereken zihinsel enerji, hedefinden uzaklaşıp, dağılır ve öğrencinin gösterdiği performans, potansiyelinin çok altına düşer.
Sınav Kaygısı Yaşayan ve Bu Kaygıyı Yaşamayan Kişiler Arasında Ne Gibi Farklar Vardır?

Kaygı düzeyi normal olan kişiler sınav durumlarını, başarılarının test edileceği bir fırsat olarak değerlendirirken, kaygısı normalin üzerinde olan kişiler bu durumları bir tehdit olarak algılarlar. Sınavla ilgili durumlarda kendileriyle olumsuz bir diyalog içine girerler. Gerçek dışı ve karamsar bir düşünce tarzını seçerler. Sınav öncesi ve sonrası fizyolojik uyarım dereceleri aynı olduğu halde, normal düzeyde kaygı yaşayan kişiler, bu uyarımı sınavda daha fazla çaba göstermeye yönelik bir ipucu olarak algılarken, kaygısı yüksek olanlar yaşadıkları endişe yüzünden, bunu olumsuz bir durum olarak görmektedirler. Buradan da anlaşılacağı gibi, endişe faktörünün (sınav durumuna ve sınav sonucuna ilişkin olumsuz düşünce, inanç ve beklentiler) sınav başarısına olan etkisi, uyarılma faktörünün (fizyolojik uyarım sinyalleri) yarattığı etkiden daha fazla ketleyicidir. Yapılan araştırmalar, sınav kaygısı yüksek olan kişiler için en büyük sorunun, daha önce öğrenilenleri sınav sırasında hatırlayamamak olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca, kaygısı yüksek olan kişilerin kaygısı düşük olanlara kıyasla ders çalışmaya daha çok zaman ayırdıkları görülmektedir. Bu bulgular da sonuçtaki düşük performansın, bu kişilerin ders çalışma sürelerindeki yetersizliğe değil, olumsuz düşüncelerinin kendilerinde yarattığı, başa çıkılamaz derecedeki kaygıya bağlanabileceğini göstermektedir.

Nasıl Üstesinden Gelinebilir?
Eğer sınav öncesi, sınav sırası ya da sınav sonrasında başa çıkamadığınız bir kaygı duygusu yaşıyorsanız, düşünce tarzınıza ve kendinizle olan diyalogunuza dikkat edin. Aşağıdakilere benzer ifadeler kullanıyor musunuz?
Eyvah, yine sınav yaklaşıyor ve ben çalışmamı yetiştiremeyeceğim.
Bu sınavda başarısız olacağım ve herkes aptal olduğumu düşünecek.
Çalıştığım halde kendimi yeterli görmüyorum.
Zaman kalmadı. Hiçbir şey bilmiyorum, herkes çalışmasını bitirmiştir.
Sınav günü geldi ve ben çalışmış olsam da nasıl olsa her şeyi birbirine karıştıracağım.
Eğer bu sınavda ortalamanın altında alırsam her şey berbat olur, sınıfta kalabilirim, atılabilirim, hayatım mahvolur.

Sınav soruları kolay görünüyor ama herhalde bir şey bilmediğim için bana öyle geliyor.
Benden daha iyiler olduğuna göre neden sınav kağıdını ilk ben veriyorum?
Sorular bu kadar kolay olamaz. Ben yanlış anlamış olmalıyım...

Eğer bu cümleler sizin kendinize sık sık tekrar ettiğiniz ifadelere benziyorsa genellikle olumsuz ve kendinizi yenilgiye uğratan bir düşünce tarzı içindesiniz demektir. Büyük bir olasılıkla sınav sonrasında kendinizi, bildiklerinizi yapamamakla, dikkatsizlikle, süreyi iyi kullanamamakla ve doğru yaptığınız soruları sonradan değiştirmekle suçlarsınız. Bütün bunlar, gerçek dışı ve olumsuz beklentilerinizin, potansiyelinizi kullanmanıza engel olması sonucunda ortaya çıkar.
Öyleyse ilk yapacağınız şey, sınav durumlarında kendinizle ne tür bir diyalog içinde olduğunuza dikkat etmek ve bu diyalog esnasında yakaladığınız olumsuz, gerçek dışı beklenti ve yorumları değiştirmeye çalışmaktır. Örneğin, "bu sınavda başarısız olacağım ve herkes aptal olduğumu düşünecek" ifadesi yerine, "başarısız olmak ya da olmamak benim elimde. Şansım var, bunu kullanabilirim. Başarısız olsam bile bu benim aptal olduğumu göstermez" şeklindeki bir ifade, duruma daha gerçekçi bakmanızı sağlayacaktır. Ya da karamsar falcılık yapıp, "eyvah yine sınav yaklaşıyor ve ben çalışmamı yetiştiremeyeceğim" diyerek, kendinizi bu kehanete inandırmak yerine, şunu söylemeyi deneyebilirsiniz: "Zamanı bir düşman gibi görüp onunla savaşa girersem hem kendimi yıpratırım, hem de enerjimi yanlış yönde harcamış olurum. Oysa önümdeki zamanı kendi yararıma kullanmak benim elimde"...
Kendinizle olan diyalogunuzda, olumsuz ve kötümser düşünme biçimini yansıtan "eğer bu sınavda düşük not alırsam her şey berbat olur, sınıfta kalabilirim, atılabilirim, hayatım mahvolur" gibi bir ifade kullanıyorsanız bunu şöyle bir cümleyle değiştirebilirsiniz: "Bu sınavda düşük not alacağımı nereden biliyorum? Ayrıca bir sınavda düşük not almak dünyanın sonu değil. Bu sınavı hayatımın son şansı gibi görmekten vazgeçmeliyim"... Yapacağınız şey, gerçek dışı, kötümser düşüncelerinizi gerçek dışı bir iyimserliğe dönüştürmek değil, yalnızca gerçekçi düşünmektir. Unutmayın; başarıya ulaşmanın ilk aşaması, kişinin kendi potansiyelini doğru değerlendirmesidir. Nelerin eksik olduğuna ve neyi, ne kadar öğrenmeniz gerektiğine ancak gerçekçi bir değerlendirme sonucunda karar verebilirsiniz.
Kaygının zihinsel süreci olan "endişe" ile başa çıkmak için gerçekçi ve olumlu düşünme biçimini benimsemeye çalışırken, bedensel süreci olan "yoğun uyarılma" ile başa çıkmak için de gevşeme egzersizleri yapmayı deneyebilirsiniz. Eğer kendi zihninizin ürettiği bu olumsuz düşüncelerin tutsağı olmaktan kurtulursanız, endişelerinizin azaldığını ve artık bedeninizden gelen sinyalleri de, eskisi kadar olumsuz yorumlamadığınızı göreceksiniz. Ayrıca bunların, sınav öncesinden sınav sonrasına doğru, aşama aşama kendiliğinden kaybolduğunu fark edeceksiniz.

Anne Babaya Öneriler

Anne ve babalar çocuklarını kaygılandıran konularla ilgili çocuklarının kendilerini ifade etmelerine yardımcı olabilirler. Anne ve babalar kendi yaşamlarından örnek vererek kaygıyla başa çıkma yollarını gösterebilir. En zor problemlerin dahi çözümü olduğunu çocuklarınıza iyi anlatabilirseniz onların kaygı düzeyini istenilen noktada tutmalarına ciddi katkıda bulunuruz.

Kaygıyı hiç duymama ya da çok hafif hissetme insanı çabasız kılabilir ve onun üretken olmasını engeller. Çok şiddetli kaygı ise kişinin fonksiyonlarını bozar ve çaresiz kılabilir. Oysa kaygının bireyi yaratıcı ve üretken kılması da mümkündür. Kaygının yapabilme gücünü artırdığı kaygısız bir girişimin başarı şansının düşük olduğu unutulmamalıdır. Bu da ancak kaygıyı anlamak ve onu kontrol altına alabilmek ile mümkün olabilir.

Aile içi beklentiler doğru davranışlar olduğu zaman güçlü bir motivasyon oluştururlar. Hiç beklenti olmamasında çocuğun motivasyonunu düşürür. Ancak beklentilerin her sonuca açık ölçüde olması, kıyaslamalardan uzak olması ve çocuğumuzun başarısı odaklı olması güç verici motivasyon yaratmaktadır.

Çocuğa sınavın kişiliğini değerlendiren bir ölçü olduğu mesajını vermekten sakınılmalıdır. Kazanmak kadar kaybetmenin de hayatın bir parçası olduğu vurgulanmalıdır.

Sınav kaygısı yüksek olan bireyler herhangi bir sınav yada değerlendirme durumunda özvarlığının tehdit edildiği korkusuna kapılırlar. Yalnızca sınavda değil, grup içinde konuşma, soru sorma, sorulara cevap verme ve tartışmalara katılma, yüksek sesle okuma vb. gibi etkinliklerde korkulu, sinirli ve heyecanlı olurlar. Bu bireylerin kendilerine dönük olumsuz düşünceleri dikkatlerinin kolayca dağılmasına neden olur.

Olumsuz yanları kadar olumlu yanlarını da görmek çocuğun da kendisine böyle bakmasını kolaylaştırır. Olumlu düşününce başarının, olumsuz düşününce de başarısızlığın artma şansı unutulmadan pozitif düşünmenin yararları aile tarafından çocuğa hissettirilebilir.

Aileler sınav endeksli eğitim karşısında çaresiz kalmaktadırlar.
Bu yolun doğru olmadığını bilen aileler bile sonuçta çocuklarını sınava hazırlamayarak onun geleceğini tehlikeye atmanın sorumluğu nedeniyle aynı kulvara girmek zorunda kalmaktadır.

Aileler çocukları için yaptıklarını bir yükümlülük haline sokmak yerine geleceğin onların sorumluluğu olduğunu söyleyerek uyarı görevini yerine getirseler daha iyi bir destek sağlayabilirler. Çünkü anne babaların yüksek bir beklenti ve kaygıyla başarı beklemeleri çocukların stersini arttırarak başarıya yönelik performansı düşürmektedir. Çocuklarının her güçlüğünü çözmeyi kendi sorumluluğu sanan anne balar aslında çocuklarının sorun çözme gücünü engellemektedirler. Sonrada çocuklarının hiçbir sorunun çözemediğinden yakınmakta ancak kendi yanlışlarını görememektedirler.

Sınav öncesinde beklentilerin önceliği düzenlenmelidir. En çok strese yol açan beklentiler aile beklentileridir. Öğrenci bilişsel ve duygusal olarak da aileye karşı sorumluluk hissetmektedir. Bu elbette doğru bir sorumluluktur ancak bu sorumluluğun dozunu yükseltip kazanamazsam ailemin yüzüne nasıl bakarım gibi bir kaygı stresin dozunu arttırır. Bu yüzden beklentiler yeniden düzenlenmelidir. Öncelikli sorumluluk öğrencinin kendine karşı sorumluluğudur. Öğrenci önce kendisiyle başbaşa durumu değerlendirmelidir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocuklarda Beslenme Problemleri

Çocukların beslenme alışkanlıkları ve iştah durumları ile ilgili, eğer bir hastalık durumu yoksa, ebeveyn tutumları birinci derecede etkilidir.

Genelde çocuğunu en iyi şekilde beslemek niyetinde olan ebeveynler yanlış tutumları nedeniyle aslında iştahsızlık problemine kendileri neden olmaktadır. Bu nedenle çocuğunuzda beslenme alışkanlıklarında sorun varsa, kendi tutumlarınızı mutlaka gözden geçirmeniz gerekmektedir.

Eğer bu konuda doğal olabilmeyi başarabilirseniz, çocuğunuzun açlık ve tokluğunu kendisinin ayarlayabileceğine inanırsanız, evinizde sağlıklı beslenme prensiplerinizi siz de kendiniz için uyguluyorsanız pek sorun kalmayacaktır.

Pek çok anne, çocuklarına 'besleyici karışımlar' hazırlayarak, onun yeterince doymadığı inancı ile zorlama yaparak, tabak elde dolaşarak iştahsızlık problemini kendisi oluşturmaktadır.

0-2 yaş döneminde

Bebeklerin çok hızlı geliştikleri 0-2 yaş döneminin sonlarına doğru, bağımsızlaşma arzusu onu hırçın ve inatçı yapar. Artık o itiraz etmeyen bebeğiniz gitmiş, yerine kendi isteklerini yapmaya çalışan, bazen öfkeli bir çocuk gelmiştir. Bu hareketleri sizi korkutmamalı, bunun doğal bir gelişim süreci olduğunu bilmelisiniz.

2-6 yaş döneminde

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ÖZEL ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ

Özel öğrenme güçlüğü, bir kişinin öğrenmesine engel olan çeşitli etkenlerin yol açtığı bir durumdur. Bu kişilerin zekası normal, hatta normalin üzerindedir. Bu kişiler çoğunlukla dinlerken zorlanırlar, dinlediklerini özümseyemezler, bildiklerini sözlü ve yazılı olarak ifade edemezler; başta sözel ve görsel beceriler olmak üzere çeşitli beceri alanlarını bir arada kullanmakta sorun yaşarlar. Bu zorluklar kendilerini özellikle okuma-yazma ve matematik öğrenmede ve daha sonra bu becerileri geliştirmede gösterir.
Özel öğrenme güçlüğü yaşayan kişiler, okurken ve yazarken hatalar yapabilirler, okuduklarını anlayamazlar, düşüncelerini yazamazlar; matematik kavramları zayıf olabilir.

Görülme Sıklığı nedir?

Görülme sıklığı % 10-15 oranındadır. Erkeklerde kızlara oranla 4-6 kat daha fazla görülür.

Nedenleri:

Öğrenme güçlüğünün nedenleri henüz tam olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte yapılan çok sayıda araştırmanın buluştuğu bazı nedenleri vardır.

1. Beyin Hasarı:

Hamilelik, doğum ya da doğum sonrası ilk aylarda bazı risk faktörlerinin merkezi sinir sistemini olumsuz etkilediği bildirilmektedir. Bu faktörler ciddi derecede etkili olduğunda bebeğin ölümüne neden olabileceği gibi, orta derecede zeka geriliğine yol açabilmekte hafif derecede ise öğrenme bozukluğuna neden olabileceği ileri sürülmektedir.

2. Kalıtımsal Neden:

Bazı araştırmacılar, öğrenme güçlüğü olan çocukların ve gençlerin % 60'ında sorunun kalıtsal olabileceğini ileri sürmüşlerdir.

3. Nörolojik Fonksiyonlarda Bozukluk:

Bazı araştırmacılar öğrenme güçlüğünün birden çok alanda işlev bozukluğuna bağlı olduğunu ileri sürmektedirler. Öğrenme sürecini açıklamak için 4 aşama tanımlanır.

a) Giriş aşamasındaki bozukluklar
Bu aşama, gelen bilgilerin, uyarıların duyu organlarından beyine girmesi, algılanmasıdır. Bu aşamadaki bozukluklar görsel, işitsel, mekansal, dokunsal algı bozukluklarıyla ilgili olabilirler. Harfleri ters dönmüş ( b-d, 6-9, u-n ) algılayabilirler. Tüm sözcüğü ters çevirebilirler ( çok yerine koç yapabilirler ). Benzer sesleri karıştırır (f-v, b-m) yönergeleri dinlemekte zorlanabilirler. Bu kişiler yönleri ve uzaklıkları karıştırabilirler.

b) İşlem aşamasında bozukluklar
Bu aşamada görme, işitme vb. ile beyne gelen bilgiler, beyne yerleşmeye başlar. Bunun içinde kişinin gelen yeni bilgilerle eski bilgiler arasında bağlantı kurabilmesi, onları doğru kutulara yerleştirmesi gerekir. Bunun içinde kişinin genel bilgileri sıraya koyabilmesi, soyut kavramlar oluşturabilmesi, neden-sonuç ilişkileri kurması gerekir. Örneğin portakal bir bitkidir, lale bir bitkidir ve ikisi arasında bazı ortak özellikler vardır. Veya şu anda mart ayındayız, haziran ayına 3 ay kaldı gibi. Bu aşama gelen bilginin kaydedilmesi, organize edilmesi, anlaşılması ve işleme konulup yorumlanmasıdır. Bu aşamada sıraya koyma, soyutlama ve organizasyon gerçekleşir. Öğrenme güçlüğü olan kişilerde bu becerilerin birinde ya da tümünde bir bozukluk söz konusudur. Günlerin, ayların, alfabedeki harflerin karıştırılması tipiktir.

c) Bellek (depolama) aşamasındaki bozukluklar
Bu aşamada anlaşılan bilginin tekrar kullanılmak üzere depolanması söz konusudur. Öğrenme güçlüğünde daha çok kısa süreli bellek bozuklukları görülür. Kısa süreli görsel, işitsel bellek bozuklukları genellikle birlikte ortaya çıkar.

d) Çıkış aşamasındaki bozukluklar
Bu aşama, beynin bilgiyi mesaj olarak hücrelere, kaslara, dil ya da motor etkinlik alanlarına göndermesi sürecidir. Öğrenme bozukluğu yaşayan kişi bir konuyu anlatmaya çalışırken, yazarken, okurken bir problemi çözmek için plan oluştururken güçlük yaşar. Çıkış aşamasındaki zorluklar öğrenme güçlüğünün fark edilmesini sağlar, okurken, motor alanda yazı yazarken, ip atlarken, bisiklete binerken güçlük yaşarlar.

Tanı Nasıl Konur?

Öğrenme güçlüğü olan çocuklara tanı konması, oldukça titiz, dikkatli ve uzun süren değerlendirmeler gerektirir. Psiko-pedagojik değerlendirme: Bu değerlendirmede zihinsel (bilişsel)akademik, psikolojik ve nöro-gelişimsel işlevler incelenir. Değerlendirmede anne-baba ile görüşme, çocuğun gelişimsel öyküsünün alınması, gözlem, okuldan ve öğretmenden alınan bilgi ve herhangi bir alanda bozukluk olduğunun saptanması için kullanılan bireysel testlerden yararlanılır. Değerlendirme ve tanı hangi sorunlara psiko-pedagojik çerçevede bir terapi uygulanacağına ve hangi tekniklerin kullanılacağına karar verilmesini de sağlar.

Aile Değerlendirilmesi

Anne baba tutumları, beklentiler, aile içi etkileşimler değerlendirilir. Aile içinde benzer sıkıntı yaşayan kişilerin olup olmadığı araştırılır.

Psikiyatrik Değerlendirme

Gerekli olduğu durumlarda bir çocuk psikiyatrisinden çocuğu psikiyatrik açıdan değerlendirmesi istenir; belli durumlarda ilaç kullanımı düşünülebilir. Çocuk psikiyatrisinin herhangi bir sorun olmadığı konusunda görüşleri alınır.

Tıbbi Değerlendirme

Çocuğun öğrenmesini etkileyen tıbbi bir sorun olup olmadığını anlamak için nörolog ya da başka uzmanlardan yardım alınabilir.

Özel Öğrenme Güçlüğünün Türleri

Öğrenme güçlüğü olan çocuklarda ortak birçok özellik olsa da bu bozukluk genellikle öğrenmenin bir alanında daha ağırlıklı ortaya çıkar. Bazı çocuklar okuma alanında daha çok zorlanırken, bazıları yazı yazmada, bazıları da aritmetik alanında daha ağırlıklı olarak zorluklar yaşayabilirler.

a) Konuşma ve Dil Bozuklukları
Dil alanındaki zorluklar genellikle öğrenme güçlüğünün ilk habercisidir. Bu kişiler konuşmayı bir iletişim aracı olarak kullanmada çok becerikli değillerdir; isteklerini ve düşüncelerini düzgün bir dille ifade etmede ve kendilerine anlatılan bir konuyu tam olarak kavramada zorluk yaşayabilirler.

b) Okuma Bozukluğu ( Disleksi)
Okumayı öğrenmek için yerine getirilmesi gereken aşamalar oldukça karışıktır.
" Kişinin sayfa üzerinde belli bir yere odaklanması ve göz hareketlerini sayfa boyunca kontrol etmesi gerekir.
" Harflerle eşleştirecek sesleri öğrenmesi gerekir.
" Sözcüklerin anlamını ve dilbilgisini bilmek gerekir.
" Okunan metinle ilgili fikirler ve imgeler oluşturmak gerekir.
" Bilinen konularla yeni öğrenilen konuları birleştirebilmek gerekir.

Eğer bir çocuk bu alanlardan bazılarında zorlanıyorsa, okumayı sökmede ve okuduğunu anlamada da zorluklar yaşar.

c) Yazma Bozukluğu ( Disgrafi)
Yazılı ifade, iletişimin en üst düzey ve en karmaşık halidir. Yazılı ifade, sözel dili kullanmayı, okuma yeteneğini, kelimeleri hatasız olarak yazabilmeyi, yazım kurallarını bilmeyi ve ifade edilmek istenen konuyu ya da düşünceyi okuyan kişiye de anlamlı gelecek şekilde planlamayı gerektirir. Bu alanlardan bazılarında zorlanan bir çocuğun duyduğu bir metni yazıya dökerken veya zihinden bir kompozisyon oluşturup yazarken bir takım güçlüklerle karşılaması doğaldır.

d) Aritmetik Bozukluğu ( Discalculi)
Bu bozukluğu yaşayan çocuklar, zaman kavramını öğrenme, yön bulma, sıralama zamanını planlama, isimleri hatırlatma gibi alanlarda zorlanırlar. Sayıları görsel olarak zihinlerinde canlandırıp belli bir sıraya sokamazlar. Zihinden işlem yaparken güçlük yaşarlar, para hesabını çok zor öğrenirler. İşlem yaparken sayıları karıştırabilirler, eldeleri unutabilirler, toplama ile başlayıp çıkarma ile devam edebilirler. Matematik ile ilgili kuralları akıllarında tutmada zorlanabilirler.

Özel Öğrenme Güçlüğü Olan Çocukların Özellikleri

" Zeka düzeyi normal ya da normalin üzerindedir. Ancak kendi yaş seviyelerine uygun olarak okuma ve yazma becerilerini sergileyemezler.
" Tembel, ilgisiz, yeterince olgunlaşmamış sıkça yakıştırılan sıfatlardır.
" Sözlü sınavlarda başarılı, ancak yazılı sınavlarda daha başarısızdırlar.
" Sanat, drama, müzik, tasarım ve hikaye anlatma gibi alanlarda yeteneklidirler.
" Kendilerini aptal gibi hissederler, kendilerini değerlendirmede yetersizdirler.
" Başarısızlıklarını kapatmak için taktikler bulmada yeteneklidir.
" Başarısız oldukları taktirde kolayca hayal kırıklığına uğrayıp, geri çekilip soğuyabilirler.
" Kolaylıkla bulundukları ortamın dışına çıkabilir, sık sık hayale dalabilirler ve zamana ilişkin süreçleri algılamada güçlük çekebilirler.
" Hareketlidirler, yerlerinde oturamazlar, el ve ayakları devamlı kıpırdar. Bazıları da çok yavaş hareket eder.
" Konsantrasyon güçlükleri vardır. Dikkat süreleri kısadır, kolayca dağılır.
" Dikkatini yaptığı işe verse bile öğrenme ve anlamada zorlanır.
" Yazarken, okurken harfleri karıştırırlar, hece harf atlarlar, ters okur ve yazarlar, ilaveler, eksiklikler görülebilir.
" Uzaklık, derinlik algıları bozuktur.
" Yazıları, okumaları bozuktur ve yazma -okuma hızları düşüktür.
" Yaptıkları herhangi bir hatayı defalarca tekrarlar, okuduğunu anlamakta zorlanırlar.
" Düşüncelerini yazılı ve sözlü olarak ifade etmekte güçlük çekerler.
" İmla ve noktalama hataları sık görülür.
" Zaman kavramlarını karıştırabilirler (önce-sonra, dün-bugün vb). Zamanı iyi kullanamazlar.
" Yön kavramlarında zorlanırlar. Sağ ve solu ayırt etmede güçlük çekerler.
" Bir ortam içinde bedenlerini doğru ve uyumlu bir şekilde hareket ettirmede zorlanır (ip atlama, top yakalama)
" Sayı kavramlarını anlamada zorluk çekerler. Matematik sembollerini karıştırırlar.
" Matematikte problemi siz okursanız çözer, kendisine verirseniz çözemez.
" Çarpım tablosunu ezberlemede güçlük çekerler.
" Çoğu dağınıktır. Masa ve çantaları düzensizdir.
" Okulda yaşadıkları başarısızlık nedeniyle okula gitmekte isteksiz davranırlar.

Tedavi Yaklaşımı

Bu sorun profesyonel yardım gerektirir.
Öğrenme güçlüğü olan çocuklar, tanı ve değerlendirmelerinden elde edilen bilgilerle oluşturulan özel eğitim programları ve terapiler yardımı ile zorlandıkları beceri alanlarında kendilerini geliştirip, öğrenmeleri için gerekli olan beceri alanlarını bir arada kullanma konusunda yol alabilirler. Bu çocuklara, ailelerine ve öğretmenlerine bu sorun uzmanlar tarafından anlatılmalıdır.
Daha sonra her çocuğun özelliğine göre o çocuğa özel psiko-pedagojik eğitim programı hazırlanır. Bu programda öncelikle çocuğun zorlandığı alanların güçlendirilmesi, daha sonra bütün algı kanallarının bir arada kullanılması hedeflenir. Bunun yanında, davranış terapisi, aile terapisi ve diğer psikoterapi teknikleri uygulanabilir.
Her sorunda olduğu gibi erken tanı, öğrenme bozukluğunun tedavisinde önemlidir.

Özel Öğrenme Güçlüğü Olan Çocukların Ailelerine Öneriler

" Çocuğunuzu olduğu gibi kabul edin. Derslerde başarısız olsa bile kendisini değerli bir birey olarak hissetmesine engel olmayın.
" Günlük yaşam programınızı çocuğunuzla birlikte önceden planlayın. Çocuğunuz ne zaman ne yapacağını önceden bilsin.
" Çocuğunuzu mümkün olduğu kadar çok sosyal ortamın içine sokmaya çalışın. Daha sonra gittiğiniz yerler hakkında basit şeyler sorup ondan uygun yanıtlar vermesini isteyin. Çocuğunuzun çabalarını övün.
" Çocuğunuzla elinizden geldiğince konuşun; ona kitaplar okuyun. Bu şekilde onun kelime dağarcığını ve hayal gücünü geliştirin.
" Çocuğunuzun öğretmeniyle sıkı bir diyalog içinde olmaya çalışın; ondan sık sık bilgi alın.
" Çocuğunuzun spor, müzik gibi ders dışı faaliyetlere de katılmasını sağlamaya çalışın.
" Disiplin kurallarınızda, isteklerinizde ve günlük işlerinizde tutarlı ve istekli olun.
" Çocuğunuzun bağımsız hareket etme çabalarını engellemeyin, destek olun.
" Başarması için baskı yapmayın, destek olun. Baskı ve destek arasındaki fark önemlidir. Baskı yapmaksızın destek olun. " Dene başaracaksın" gibi ifadeleri sıklıkla kullanmaya çalışın.
" Uzun vadeli tehditlerde bulunmayın. Cezalandırma istenmeyen davranışın hemen ardından yapılmalıdır. Altı hafta boyunca televizyon izlemekten mahrum bırakılmak çocuğunuza sadece hayal kırıklığını ve engelleme hissi verecektir. Ceza istenmeyen davranışa uygun olmalıdır.
" Çocuğa karşı anne, baba, öğretmenler aynı dili konuşmalıdır.
" Çocuğa okul ile ilgili soru sormak yerine kendisinin anlatmasını bekleyin. Eğer okulda iyi bir gün geçirmemişse anlatmak istemeyebilir.
" Onu okuldaki ve çevresindeki diğer çocuklarla kıyaslamayın.
" Öğretmene gerektiğinde yardımcı olun. Örneğin okuyarak anlaması güç olan bir dersi çalışması gerekiyorsa, çocuğa siz okuyun ve anlamasına yardımcı olun.
" İyi yaptığı her işi içten bir övgü ile takdir edin.
" Yardıma ihtiyaç duyduğu her konuda yardımcı olun. Ancak bir sonraki basamakta geri çekilin ki bağımsızlığını kazanabilsin.
" Başarı tatmasına fırsat vermek için gün içinde başarabileceğine inandığınız işler verin.
" Üstünde, altında, önünde, arkasında, gün, hafta, ay, yıl, eksi, artı vb. gibi kavramları sıklıkla karıştırabileceğini önceden kabul edin ve karıştırdığında kızmayın.
" Elde ettiği her başarıyı fark edin. Bu, motivasyonu arttıracak, daha hızlı ilerlemesini sağlayacaktır.

Özel Öğrenme Güçlüğü Olan Çocukların Öğretmenlerine Öneriler

" Öğrencinin hangi öğrenme kanalında zorluğu olduğunu, hangi öğrenme kanallarını daha iyi kullandığına dikkat edin. Bu herhangi bir konuyu kavratırken hangi öğretme metotlarını kullanacağınızı belirleyecektir.
" Sınıfta öğretmene ve tahtaya en yakın olacağı noktada oturtun. Böylece hem sizi, hem tahtayı izlemesi kolaylaşacak ve daha motive çalışacaktır. Ayrıca yanına iyi anlaşabileceği bir sıra arkadaşı oturtmak da yardımcı olacaktır.
" Tahtadan kopyalamakta ve yazıyı yetiştirmekte güçlük çekebileceği için acele ettirmeyin, tahtadaki yazıyı yazması için gereken süreyi verin.
" Kolay anlayabilecekleri, kısa kelimelerden oluşan, detaysız ve kısa yönergelere ihtiyaç duyarlar.
" İşitsel dikkat konusunda zorluğu olan çocuklar, kolay anlaşılan detaysız ve kesin yönergelere ihtiyaç duyarlar.
" Yazma ve okuma bozukluğu olan çocuklar anlatılanları dinleyerek öğrenebilirler. Anlayıp anlamadıklarını kontrol etmek istediğinizde, sınav çabuk okuyamaz ve cevapları çabuk yazamazlar. Bu nedenle önemli sınavlarınızı sözlü olarak yapın. Yazılı yapmak zorunda olduğunuz sınavlarda çoktan seçmeli testleri tercih edin
" Sınıfta yüksek sesle okuma çalışmasına katarak motivasyonunu düşürmeyin, okuma çalışmasını baş başa yapın. Bir gün önceden okuyacağı yeri ödev olarak vererek evde pratik yapmasına olanak tanıyın.
" Yazı ve okumada yaptığı hataları kendisinin bulmasına fırsat verin. Böylece yaptıkları hataya dikkat ederek tekrarlamamak üzere çalışabilirler.
" Çocuğun yaptığı hataları gösterirken kırmızı kalemle düzeltme yapmaktan kaçının. Kırmızı kalemle işaretlenerek geri dönen bir kağıt motivasyonu düşürecek ve çalışmalara karşı isteksiz olacaktır.
" Zaman kısıtlaması altında çalışamazlar. Ona kendi çalışma hızını göz önünde bulundurarak daha fazla zaman verebilirsiniz.
" Pek çok sembolü birbirine karıştırabilirler. Bu durumda tahtadan bakarak yazı yazmaları güçtür. Bu konuda onlara diğer çocuklardan daha toleranslı davranın.
" Ödevlerin ve günlük mesajların deftere aktarıldığından emin olmak için kontrol ediniz.
" Birkaç görevi küçük parçalara ayırarak tamamlamasına yardımcı olun.
" Arkadaşları tarafından sıklıkla reddedilebilirler. Gruba dahil olmaları konusunda onlara yardımcı olun.
" En önemlisi onun farkında olduğunuzu, onun değerli bir birey olduğunu hissettirin. Gösterdiği her çabayı sevginizle ödüllendirin. Bunu hissederse çabalarınız ve sabrınız meyvesini daha çabuk verecektir.

Okumayı 9 yaşında söken Albert Einstein, okulda öğretmenlerince "eğitilemez" teşhisi konulan Auguste Rodin, arkadaşlarının "aptal Edison" dediği Edison, okulda çok başarısız olduğu için askeri okula yazdırılan Winston Churcill, Beatles grubunun üyesi John Lennon, Michelangelo, Walt Disney, "Hollywood'un dahi çocuğu" diye anılan Steven Spielberg, Tom Cruise, Prens Charles, John F. Kennedy, Nathalie Baye, Jonny Hallyday….özel öğrenme güçlüğü olan ünlüler arasındadır.

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, bireyin yaşına ve gelişim düzeyine uygun olmayan aşırı hareketlilik ve dikkat sorunlarıyla kendini gösteren psikiyatrik bir bozukluktur.
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu çocukluk çağının en önemli sorunlarının başında gelir. Aileyi, okulu ve toplumu ilgilendiren yönleriyle ve geniş anlamıyla bir eğitim ve öğretim sorunudur. Sorunun erken teşhisinde tedaviden elde edilen sonuçlar bir hayli başarılıdır. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu; aşırı hareketlilik, dikkat eksikliği ve impulsivite olarak sınıflandırılabilen üç temel belirti kümesinden oluşur.

Aşırı Hareketlilik (Hiperaktivite)

Aslında her çocuğun hareketli olması beklenir. Çocuk koşar, düşer ve gürültü çıkararak oynar. Bunların hepsi doğal karşılanabilir. Ancak dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda çocuğun hareketliliği aşırıdır ve yaşıtlarıyla kıyaslandığında farklılık hemen anlaşılır. Bitmek tükenmek bitmeyen bir enerjileri vardır. Yükseklere tırmanır, koltuk tepelerinde gezer, ev içinde koşuşturur ve dur sözünden anlamazlar. Sakin bir şekilde oynamayı beceremez, bir süre sakin bir şekilde oturamazlar. Oturmaları gereken durumlarda ise elleri ayakları genellikle kıpır kıpırdır. Çok konuşur, iki kişi konuşurken sık sık lafa girerler. Masanın başında oturamaz, dolayısıyla derslerini uygun mekanlarda çalışamazlar.

Dikkat Eksikliği

Çocukta kusur özellikle eğitim hayatının başlamasıyla belirgin hale gelir. Okul öncesi dönemde de her şeyden çabuk sıkılan ve bıkan bu çocuklar, oyuncaklardan dahi sıkılıp kısa süre sonra onları parçalamayı tercih ederler. Okulun başlamasıyla birlikte öğrenmeye karşı ilgisizdirler. Ödev yapmayı sevmez, anne/baba ve öğretmenin zoruyla ödev yaparlar. Ödevleri yapmakta hayli zorlanırlar. Masanın başına oturamaz, otursalar bile çeşitli bahaneler uydurarak (tuvalete gitme, su içme gibi) sık sık masa başından kalkarlar. Anne/babayı ders çalışırken sürekli yanlarında isterler. Üzerine aldıkları bir işi bitirmekte zorlanır, bir işi bitirmeden hemen diğerine geçerler. Kendileriyle konuşulduğunda sanki konuşanı dinlemiyormuş görüntüsü verirler. Bir komutu birkaç defa söyledikten sonra yerine getirirler.
Sınıfta dersi takip etmedikleri gözlenir. Dışarıdan gelen uyarılarla hemen dikkatleri dağılır. Ders dışı işlerle fazlaca ilgilenir, elindeki kalem, defter ve oyuncak gibi malzemeyle uğraşır, dersi takip edemezler. Derste sıkılmaları nedeniyle sınıfın dikkatini ve huzurunu bozacak davranışlar sergileyebilirler. ( derste konuşma, arkadaşlarına laf atma, ses çıkarma gibi ).
Okuma yazma kaliteleri yaşıtlarından kötü, defter düzeni ve yazıları bozuk olabilir.Okurken sık sık hata yapabilirler ve cümlenin sonunda kelime uydurmalarına rastlanabilir. Unutkandırlar. Sınıfta sık eşya kaybetme yanında, iyi öğrendiklerini düşündüğümüz bir bilgiyi de çabuk unutabilirler. Kendilerine uygun bir çalışma düzeni ve sistemi geliştiremezler. Okuma ve yazmayı genellikle sevmezler. Ders kitabı okumanın yanında hikaye ve roman türü kitapları okumaya karşı da isteksizdirler.
Yaşanan tüm bu öğrenme zorluklarına sınavlarda dikkatsizce yapılan hatalar eklenir. Sabırsızlıkları nedeniyle soruları hızlıca okuma, tam okumama ve yanlış okumalara sık rastlanır. Bu nedenle çok iyi bildikleri bir soruyu dahi yanlış cevaplayabilirler. Test sınavlarında çeldiricilere kolaylıkla kanarlar. Özellikle ilkokula başladığı yıllarda sınav kağıdını öncelikle vermeyi marifet sayarlar. Sonunda bilgileri ve bildiklerinden daha azı oranında not alırlar.
Dikkat eksikliği okul öncesi dönemde pek fark edilmeyebilir. Ancak bu çocukların bir kısmı ders dışı işlerde de çabuk sıkılma belirtileri gösterirler. Zeka düzeyi olan ek olarak özel öğrenme güçlüğü olmayan çocuklar ilkokulun 3. ve 4. sınıflarına kadar derslerde sorun yaşamayabilirler. Çalışmadıkları ve dersi takip etmedikleri halde notları kötü olmayabilir. Derslerin ağırlaşmasıyla birlikte başarıda ciddi düşüşler yaşanmaya başlanır. Ev içinde günlük yapmaları gereken işler konusunda sorumluluk almak istemezler. Genellikle dağınıktırlar ve kurallardan hoşlanmazlar.

İmpulsivite (Dürtüsellik)

Sonunu düşünmeden eyleme geçme olarak tarif edilebilecek olan impulsivite, bu çocukların uyumlarını bozan en ciddi belirti kümesidir. Sabırsızlıkları, sırasını beklemekte güçlük çekmeleri ve yönergeleri dinlememeleri tipik özellikleridir. Sonuçta kendisi ve çevresindekiler için zararlı olabilecek fevri hareketleri ve sınır tanımadaki zorlukları davranış sorunlarının ilk habercileri gibidir. Yaşıtlarıyla birlikte olduklarında olaylara aşırı tepki vermeleri ve fiil ve sözle arkadaşlarını rahatsız etmeleri nedeniyle toplum içinde istenmeyen adam ilan edilirler.

Alt Tipleri

Önceleri dikkat eksikliği ve hiperaktivitenin aynı yoğunlukta bulunduğu düşünülürdü. Oysa şimdi dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun farklı alt tipleri belirlenerek tanısal yaklaşımlar yeniden düzenlenmiştir.

Bileşik Tip

Klasik anlamda dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu denildiğinde anlaşılan bileşik tiptir. Dikkat eksikliği belirtilerinin yanında hiperaktivite belirtileri de görülür.

Hiperaktivite ve İmpulsivitenin Önde Geldiği Tip

Hiperaktivite ve impulsivite belirtileri belirgin iken dikkat eksikliği belirtileri daha az gözlenir. Genellikle ders başarıları kötü değildir, ancak bulundukları ortamda hiperaktivite ve impulsiviteleri nedeniyle uyum sorunu yaşarlar.

Dikkatsizliğin Önde Geldiği Tip

Dikkat eksikliği belirtileri belirgin iken hiperaktivite ve impulsivite belirtileri daha az gözlenir. Genellikle ders başarıları iyi değildir, ancak hiperaktivite ve impulsivite belirgin olmadığından uyum sorunu yaşamazlar.

Görülme Yaşı, Cinsiyete Göre Farklar ve Görülme Sıklığı

Belirtilerin 7 yaşından önce başlaması gerekir. Genellikle 4-5 yaşlarında belirtiler belirgin hale gelir. Ancak bir kısmı bebekliklerinden itibaren huysuzlukları, az uyumaları ve az yemeleri ile dikkat çekerler. Okul döneminin başlamasıyla dikkat eksikliğine bağlı öğrenme sorunlarının gündeme gelmesi ve arkadaşlarla olan sorunları aileyi tedirgin etmeye başlar. Ergenlik döneminde ise okul başarısızlığı yanında davranış sorunları ve aileye karşı gelişen tutumlar gözlenir. Ergenlikte aşırı hareketlilik azalır ve yerine çabuk sıkılma ve dikkat kusuru belirgin olur.
Erkek çocuklarda kızlara oranla daha sık rastlanır. Erkek çocuklarda genellikle hiperaktivite ve impulsivite belirtileri ön planda iken, kız çocuklarında daha çok dikkat eksikliği belirgindir. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu her kültür ve toplumda görülen bir bozukluktur. Toplumda görülme sıklığı farklı araştırmalarda farklı sonuçlar elde edilmesine karşın yaklaşık % 5-6 gibidir.

Nedenleri

Son 15-20 yılda yapılan araştırmalar dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun organik kökenli olduğu görüşünü hakim kılmıştır. Yeni araştırmalar beyin glikoz metabolizmasındaki bozukluklar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çocukların özgeçmişlerinde hamilelikte ilaca maruz kalma, zor doğum, düşük doğum ağırlığı, geçirilmiş M.S.S infeksiyonları dikkat çekmiştir. Bozukluğun genetik geçişi üzerinde durulmuş ve bu çocukların birinci dereceden akrabalarında dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu oranı yüksek bulunmuştur. Kaotik aile yapısında yetişen ve ağır ihmal ve tacize maruz kalan çocuklarda da dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu belirtileri gözlenebilmektedir.

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocukların Özellikleri

Tedavi

Tedavinin ilk şartı, aile okul ve hekim arasındaki işbirliğidir. Çünkü dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu evde olduğu kadar okulda da sorun yaşanmasına neden olur. Öğrenmeyle ilgili sorunlar yanında arkadaş ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve kurallara uyma güçlüğü aile ve okulun ortak ve sağlıklı yaklaşımlarıyla aşılabilir.
Öncelikle ailenin hiperaktivite hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Çünkü çocukta varolan sorunların nedenlerini başka yerlerde aramak, çözüm üretmeyi engellediği gibi, telafisi mümkün olmayan yanlış yaklaşımlar sergilenmesine neden olacaktır. Çocukla olan ilişkimizi düzenleyebilmek için dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu belirtilerini yanlış yorumlamamak gerekir. Çocuğun davranışlarını ya da derslerle ilgili zorluğunu yaramazlık ya da tembellik olarak yorumlayan anne-babalar çocukla ilişkilerini bozacak derecede sürekli ceza verme eğilimindedirler. Oysa bu çocukların cezalardan pek anlamadıkları kısa süre içinde görülecektir. Tedavide çocukla yeniden sağlıklı ilişki kurabilmenin yolları aranır. Ailenin çocuğa yönelik tutumları gözden geçirilerek yanlışlar ayıklanmaya çalışılır.
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun tedavisinde ilaçlar önemli yer tutarlar. Dikkat arttırmaya ve davranışların kontrol edilmesine yönelik ilaç tedavisi uzun yıllardır kullanılmaktadır. Stimülanların bulunmasıyla ilaç tedavisinde ciddi gelişmeler olmuştur. Günümüzde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun tedavisinde Metylfenidat, dextroamfetamin ve pemolin gibi stimülanların yanında bazı antidepresan ve karbamezapin'den yarar görüldüğü bilinmektedir. Medikal tedaviden elde edilen sonuçlar çocuğun yaşı, zeka düzeyi, ailenin tedaviye uyumu ve sabrı gibi faktörlerden etkilenmektedir. Stimülanların devreye girmesiyle tedaviden elde edilen başarı oranı oldukça artmıştır. Stimülanlar; tedavideki başarılarının yanında, güvenilir ilaç olmaları, çocuklarda bağımlılık yapmamaları ve yan etkilerinin az olması nedeniyle tercih edilirler.
Ülkemizde psikiyatrik ilaç kullanımı konusundaki yanlış bilgilenmeler dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların gerektiğinde ilaç kullanmalarını da engellemektedir. Ailenin yan etkilerden korkarak ilacı reddetmesi, tedaviyi geciktirmekte ve sonradan geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilmektedir.
Öğrenme güçlüğü olan çocuklarda özel eğitim programlarının uygulanması gerekebilir. Kalabalık sınıflarda dikkatin dağılması nedeniyle öğrenemeyen çocuklara bireysel eğitim desteği verilmelidir. Olumsuz davranışların düzeltilmesi ve yerine olumlu davranışların konulması için çeşitli destekleyici ve davranışçı tedavi teknikleri uygulanabilir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

OTİZM

Otizm, çocuğun sosyal ve iletişim becerilerinin oluşmasını etkileyen bir gelişim bozukluğudur. Otizmde birey, dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaşıp kendine özgü bir dünya yaratır. Genellikle 3 yaş öncesindeki çocuklarda ortaya çıkar ve yaşam boyu devam eder. Ancak çocuk 3 yaşını doldurduktan sonra da otistik davranış özellikleri gösterebilir.

Özellikle küçük yaşlarda otizm, belirtileri ve seyri bakımından otizm dışındaki bazı hastalık ve bozukluklarla karıştırılabilmektedir. Bunlar arasında; işitme güçlüğü, çocukluk çağı depresyonu, çocukluk çağına özgü konuşma sorunları, zeka geriliği ve dikkat eksikliği- hiperaktivite bozukluğu sayılabilir.

Otizmin ilk belirtileri

Otistik bir bebeğin altı aylık olduktan sonra otizm ile ilgili ortaya çıkan belirtileri;

Sıklık ve Yaygınlık: Otizmin erkek çocuklarda görülme oranı kız çocuklarından 3-4 kat daha fazladır. Her 10.000 kişiden 5'i tipik otistik tanısı alırken yaklaşık olarak 15-20 kişi de otistik davranışlar göstermektedir.

Otistik Çocukların Özellikleri

Otistik Çocuklarda Görülen Davranış Problemleri

1. Öfke Nöbetleri: Özellikle 2-5 yaş arasındaki çocuklarda görülmektedir. Bu dönemde konuşma çok azdır ya da hiç yoktur. İsteklerini sözel olara ifade edemeyen çocuk, öfke nöbeti olarak adlandırılan tekmeleme, ağlama, bağırma, kendini yere atma gibi davranışlar gösterebilmektedir.
2. Çevresine Zarar Veren Davranışlar: Çığlık atma, evdeki eşyalara zarar verme şeklinde olabilmektedir.
3. Kendisine Zarar Veren Davranışlar: Bu davranışlar genelde, çocuğun kızdığı, endişelendiği ya da başarısızlığa uğradığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Yüzünü tırmalama, kafasını duvara vurma, ellerini ısırma, kendini yere atma şeklinde davranışlar ortaya çıkabilmektedir.
4. Stereotipi- kalıplaşmış hareketler:
a. Duyumsal Uyarım:İleri geri sallanma, kendi ekseni etrafında dönme.
b. Görsel Uyarım:Parmaklarını gözlerinin önünde hareket ettirme, parmakları ile havada şekiller oluşturma.
c. Dokunsal Uyarım:Elin ritmik hareketleri ile kulak, el gibi diğer vücut parçalarına vurmak.
d. İşitsel Uyarım:Aynı ezgiyi üst üste saatlerce mırıldanma.

Otizm ve Tedavi

Otizm, uygun bir eğitim planı ve bazı durumlarda ilaç tedavisi ile bazı belirtileri düzeltilebilen bir bozukluktur. Uyum yetenekleri ve becerileri geliştirilip kendi kapasitesi için mümkün olan en üst düzeye gelebilir. Ancak tedaviye başlarken çocuğun hangi noktaya varacağını kestirmek mümkün değildir. Bu çocuğun probleminin şiddetine ve gösterdiği belirtilerin çeşitliliğine bağlı olduğu kadar aldığı profesyonel desteğin ve eğitimin kalitesine de bağlıdır.
Otizmi tedavi eden herhangi bir ilaç yoktur ancak kullanılan ilaçlar otistik bireylerde görülebilen hiperaktivite, saldırganlık, yeme sorunları, epilepsi nöbetleri, depresyon gibi sorunlar üzerinde etkili olabilmektedir.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

ÇOCUKLARDA VE GENÇLERDE BİLGİSAYAR KULLANIMI


Bilgisayar, teknolojinin son yıllarda hızlı gelişiminin etkisiyle günlük yaşantımızda önemli bir yer tutmaktadır. İş yerlerimizden başlayarak evlerimize kadar uzanan bilgisayarlar, sadece bizlerin değil çocuklarımızın yaşantılarında da önemli bir rol oynamaktadır. Çok erken yaşlarda bilgisayar ile karşılaşan çocuklarımızın teknolojinin bu aracı karşısındaki becerileri de oldukça şaşırtıcıdır.
Bilgisayarın, bilgi edinme, iletişim kurma ve eğlenme amacına yönelik işlevlerinde ortak özellik görsel ve işitsel uyaranların zenginliğidir. Bu özellikler, çocukların meraklarını uyarmakta ve daha önemlisi dikkatlerini sürdürebilmelerine katkıda bulunmaktadır. Çocuklar, bir amaca yönelik eylemlerde, bir ödev hazırlama, bir konu hakkında araştırma yapma vb durumlarda çok doğal olarak bilgisayarlardan yararlanmalıdırlar. Bu konuda ebeveynler onlara rehberlik etmeli ve öğrenmesini pekiştirmek için de takip etmelidirler. Çocuğa bir davranışı kazandırmanın en önemli adımı o davranışın yapılışını izlemektir. Ebeveyn bu konuda kararlı ve tutarlı olursa çocuk da çerçevesi iyi çizilmiş bir davranışı daha iyi kavrayıp amacını daha iyi anlayacaktır. Çocukların çoğu bilgisayarı kendi kendilerine öğrenmektedirler. Böyle olunca da bilgisayarın doğru kullanılmasından uzak dar bir alanda örneğin sadece oyun oynama ya da chat yapmayla sınırlı kalması söz konusu olabilir. Ya da çocuk, ödevini sadece internetten indirerek hatta okumadan okula götürmekten söz ediyorsa verimsiz bir durumdan bahsedebiliriz. Önemli olan çocuğun bilgisayarı bilgi edinmek için bir araç olarak kullanması, edindiği bilgileri sıraya koymayı, düzenlemeyi, yorum yapmayı öğrenmesidir.
Henüz temel becerilerini (konuşma, kendi kendine beslenme, giyinme, okul çağının başlamasıyla çantasını hazırlama, ödev sorumluluğu vb…) kazanmamış çocukların bilgisayarla tanışmaları olumlu sonuçlar vermez. Çünkü bu becerilerinin gelişmesinin ardından, yaklaşık altı yaştan sonra bilgisayar kullanımı eğitimi verilmesi daha sağlıklı olur.
Bu süreçte unutulmaması gereken en önemli nokta, her çocuğun bireysel özelliklerinin, ihtiyaçlarının, aile ortamının ve eğitim gereksinimlerinin farklı oluşudur. Çocuğun pek çok yaşam alanı vardır. Öğrenme, sosyal ortam, oyun vb… Bu alanların asgari ölçüde birbiri ile dengeli olması gerekir. Oyun ve sosyal ortamdan yoksun sadece öğrenme faaliyetinin ağırlıklı olduğu bir yaşam sürecinin çok sağlıklı olduğunu düşünemeyiz. Zihinsel becerilerin yanı sıra, sosyal becerilerin de gelişmesi çok önemlidir. Tek başına sosyal becerilerin abartılı gelişimi de doğru değildir. Bu nedenle, bir çocuğun bilgisayar başında geçirdiği zamanın diğer yaşam alanları ile oranı çok önemlidir.
Bir çocuk temel sorumluluklarını yerine getirmiyor, hala çantasını annesine hazırlatıyor, ders çalışma sorumluluğunda güçlükler yaşıyor ve buna karşın bilgisayarda çok zaman geçiriyorsa elbette bir soruna işaret eder. Aile, çocuğun sorumluluklarını ve bunların öncelik sırasını yeniden yapılandırmalı, gerekiyorsa bunun için bir uzmandan yardım almalıdır. Çünkü, bu yapılandırma sırasında sadece bilgisayar kısıtlaması ya da yasaklaması gibi çözümler aile ile çocuk arasında gerginliğe yol açabilir, bu durum onları bir çözümsüzlüğe götürebilir. Çünkü, bu durumun sorumlusu olarak sadece bilgisayar kullanımı görüldüğünden diğer alanlardaki eksiklikler gözden kaçacaktır. Çocuğun yaşamında, diğer alanlarda olduğu gibi, bilgisayar kullanımında anne babanın davranışları da iyi birer model davranış oluşturur. Anne baba, kendi sorumlulukları konusunda hassas davranırlarsa, eğlenmeyi, dinlenmeyi, kitap okumayı, internette gezinmeyi, arkadaşları ile vakit geçirmeyi dengeli bir biçimde yürütürlerse bu çocuklar için de olumlu bir model olur.

Uzun süreli bilgisayar kullanmak çocuklarda fiziksel problemlere yol açabilir. Bu problemlerin başında; göz rahatsızlıkları, radyasyonun olumsuz etkileri, duruşta ve iskelet yapısında bozukluklar gelmektedir.
Yaşına uygun olmayan yazılım programlarını kullanan çocuklarda; şiddet kullanma, kaba bir dil kullanma, izlediği hızlı grafik ve animasyonlardan dolayı aşırı hareketlilik gibi etkiler görülebilir.
Çocukların internette şiddet içeren savaş CD'lerini izlemeleri ve oyunlarını oynamaları, uygun olmayan sitelere girerek saatlerce bilgisayar başında vakit geçirmeleri, onların bir süre sonra toplumdan uzak, iletişim kurmayan, içine kapanık, sanal dünyasında mutlu olan bireyler haline gelmelerine neden olur.
ANNE BABALAR NELER YAPMALI

Bilgiye hızlı bir şekilde ulaşabilmemizi sağlayan, iletişimimizi kolaylaştıran bilgisayarın düzgün ve kontrollü kullanımı, çocuklarımızın-gençlerimizin teknolojinin bu önemli aracını işlevsel biçimde, gereksinimleri doğrultusunda kullanabilmelerine olanak sağlayacak; anne-babaların da çocuklarına olumsuz etkileri konusunda endişelenmelerini engelleyecektir.

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

BABA VE ÇOCUK

Çalışan annelerin sayısının artması, çocuğun ailedeki rolünün farklılaşması, babanın, aile içindeki anlamını ve rolünü değiştirmiştir. Değişen günlük koşullar, ebeveynlik becerilerini ve tutumlarını etkilese de hem anne hem de baba, çocuğun gelişimi, eğitimi ve yetişmesinde aktif rol oynar.
Baba olmak, geçmiş yıllarda, çocuğunu uzaktan sevmek, aileyi geçindirmek, kuralları uygulayan otorite olmak anlamına gelirken, şimdilerde; doğumdan itibaren bebeğin bakımını paylaşan, çocuğu ile birebir zaman geçiren, arkadaşlık eden ebeveyn olmak anlamına geliyor.
Babanın çocuğun gelişimi üzerindeki direkt (birebir ilgi göstermek, beraber zaman geçirmek) ve dolaylı ( aileyi geçindirmek, anneyi desteklemek) etkisi tartışılamaz. Bu nedenle bebeklik döneminden itibaren babanın çocuğuyla ilgilenmesi, onunla ilişki kurması, birlikte vakit geçirmesi gerekir. Ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişki, zaman içinde gelişen, zenginleşen bir deneyimdir. Çocuğunuz 7 yaşındayken, bir sabah onunla iletişim kurmaya karar verdiğinizde, biraz geç kalmış olabilirsiniz. Babalığın da, annelik gibi, bebeğin doğumu, hatta hamilelik dönemi ile başladığını unutmayın!

Hamilelik Döneminde Babalık

Hamilelik döneminde doğal olarak tüm ilgi bebek ve anne üzerinde yoğunlaşır. Babadan beklenen ise anne adayını duygusal olarak desteklemesidir. Annenin geçirdiği hormonsal, fiziksel ve duygusal değişim sürecinden babalar da etkilenir. Her şeyden önce, eşlerindeki değişime uyum sağlamak zorunda kalırlar. Hamileliğin ilk dönemlerinde, ani duygu değişimleri, artan fiziksel şikayetler ile eşiniz için zor günler başlamış olur. Siz ise, bir yandan hem eşinizin geçirdiği bu değişime uyum sağlamaya, hem de kendi duygularınızı ve tepkilerinizi anlamaya çalışırsınız. Hamileliğin başından itibaren eşinize destek olur, hamileliği olumlu bir süreç olarak algılarsanız, hamilelik dönemi hem anne hem baba adayı için de rahat geçer.
Bu dönemde babalar farklı duygular yaşayabilirler. Kimi, gelecekteki değişimler ve artacak sorumlulukları için endişelenir, kimi eşenden görmeye alışık olduğu ilgiyi göremediği için dışlanmış hissedebilir; kimi ise, baba olmanın, aile olmanın heyecanını yaşayabilir. Bazen bu duyguların tümü bir arada yaşanabilir.
Babalık duygusunun, annelik duygusu gibi içgüdüsel olmadığı, bu nedenle de çok güçlü olmadığı düşünülür, ancak hamilelik döneminde babalara duygularını anlatma fırsatı verildiğinde, bu yorumun herkes için geçerli olmadığı görülür. Sadece anneler değil babalar da çocuklarına duygusal olarak bağlanırlar.

Bebek ve Babası

Geçmiş yıllarda, bebeğin doğumundan itibaren sadece anneye bağlandığı, anne ile iletişim kurduğu, ihtiyaçlarının karşılanması için sadece anneye gereksinim duyduğu vurgulanırdı anacak aslında bebekler, ilk günden itibaren anneye de babaya da ihtiyaç duyarlar. Bebeği büyütürken anne-babanın birlikte yapacağı işler olduğu kadar birbirlerinin yerini tutamayacakları durumlar da vardır. Örneğin bebeği biberonla her iki ebeveyn de besleyebilir ama anne "erkek modeli", baba ise "kadın modeli" yerinin alamaz.
Baba, bebekle ilgili her konuda kendini yetersiz ya da bilgisiz hissedebilir. Bazen bu duruma anne ve yakın çevre de farkında olmadan destek verirler., anne kadar becerikli olmadığı için babayı, bebeğin bakım sürecinin dışında bırakmak sıkça karşılaşılan bir durumdur.Baba ile bebek arasındaki duygusal bağın oluşması için doğumdan hemen sonra birebir ilişki kurulması önemlidir. Pek çok baba, çocuklarıyla ilgilenmek için onların bunu anlayacak kadar büyümesini bekler ki bu, işleri daha da zorlaştırır. Bebeğinin altını değiştiren, karnını doyuran bir baba ile çocuğu arasında duygusal bağ kurulur. Ayrıca çocuk gelişimi ile ilgili tüm araştırmalarda, ilk 6 yılın, özellikle de ilk 1 yaşın, çocuğun gelişimi için en önemli dönem olduğu vurgulanır. Bu yıllardaki duygusal, bilişsel ve sosyal gelişim sonraki yıllar için temel oluşturur.

Çocuğun Gelişiminde Babanın Rolü

Çocuk ve babası arasındaki iletişimin gelişim alanları üzerindeki etkisi, daha çok babasız çocuklar ile yapılan araştırmalardan yola çıkılarak yorumlanmıştır. Çocuk ile baba arasındaki kaliteli ilişkinin, çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve cinsel gelişim üzerinde olumlu etkileri olduğu belirtilir.

Bilişsel Gelişim

Baba ile çocuk arasındaki destekleyici, olumlu ilişki, çocuğun bilişsel becerilerini ve okul yıllarındaki akademik başarısını olumlu yönde etkiler. Bebeklik döneminden itibaren çocuğa sağlanan zengin uyaranların, zihinsel gelişim üzerindeki etkisi çok büyüktür.Çocuğunuzla ilgilenmek için ayırdığınız zaman, birlikte yaptığınız etkinliklerin çocuğunuza sağladığı zengin ve farklı deneyimler, onun öğrenmesini ve zekasını destekler. Babaların, annelere göre çocuklarını daha bağımsız davranmak için fırsat verdikleri gözlemlenmiştir. Bu yaklaşım, çocuğun hem bilişsel hem de kişilik gelişimini olumlu yönde etkiler.

Sosyal ve Duygusal Gelişim

Çocukların benlik algısı ve özgüven gelişiminde babadan gelen geri bildirimlerin yapıcı ya da yıkıcı etkileri olabilir. Benlik algısı; kişinin kendi değeri hakkındaki düşünceleri, hayatın ilk yıllarından itibaren öncelikle aileden alınan, gelişen , sosyal çevre tarafından da desteklenen geri bildirimler ile oluşur. Ailesi tarafından değer gören, kabul edilen, sevilen bir çocuk, kendisinin değerli, önemli ve sevebilen bir birey olduğuna inanır, böylece olumlu bir benlik algısı geliştirir. Babaların bu noktada da rolü oldukça kritiktir. Babalar, çocuğun dış dünya ile kurdukları ilişkide köprü rolü üstlenirler. Babanın onayı, kabulü, çocuğa dış dünya tarafından da kabul edildiği beğenildiği mesajını verir.

Cinsel Rol Gelişiminde Babanın Rolü

Cinsel-rol ayrımı, çocuklarda 3 yaşında başlar. Bu rol ayrımına temel olan gözlemler ise, çocuğun, anne-baba ile ilişki kurduğu ilk andan itibaren başlamış olur. Çocuklar farkında olmadan anne ve babalarını gözlemler. Erkek ve kız arasında doğuştan gelen farklılıklar olsa da, sağlıklı bir cinsel rol gelişimi, anne ve babayı model alarak oluşur.

Babanın rolü, özellikle erkek çocuğun cinsel rol gelişimi için önemli gözükse de, kız çocuğun gelişiminde de bu rolün etkisi büyüktür. Erkek çocuklar, babalarını gözlemleyerek ve taklit ederek, erkeklerin nasıl davrandıklarını öğrenirler.

Baba olarak sorunlar karşısındaki tepkiniz, evdeki kuralları uygulama yönteminiz, davranışlarınız, erkek çocuğunuzun, erkeklik ile ilgili, kavramlarının oluşmasında temel oluşturur. Erkek çocukların, doğdukları andan itibaren baba ile özdeşleşmeleri, ilerleyen dönemlerde gelişimleri için oldukça önemlidir. Yaşamlarının ilk yıllarında, babaları ile yeterli paylaşımda bulunmayan çocuklar, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde bu durumdan olumsuz etkilenirler.
Kız çocukları için ise, babanın önemi farklıdır çünkü baba , hayatlarında tanıdıkları ilk erkektir. Bu nedenle baba ile kurulan ilişki, gelecekte karşı cinsle kurulacak ilişkilerin kalitesini ve şeklini belirler.

Çocuğunuzla Paylaşımlarınız ve Ortak İlgi Alanları

Babalar, genellikle doğumdan sonraki dönemde bebekleri ile iletişim kurmakta geri planda kalırlar. Bunu birkaç nedeni olabilir. Birinci neden; yeni doğan bebeğin fiziksel(beslenme) olarak anneye ihtiyaç duyması, ikinci neden ise; küçük ve çok hassas bebekle ilgilenmek, onu kucağına almak babayı tedirgin edeceğinden, anne ve yakın çevrenin de tutumu ile babanın uzak kalmasını farkında olmadan desteklemeleridir. Durum böyle olunca babalar, çocuklarını uzaktan sevmeyi öğrenirler. Oysa çocuğun, baba ile birebir ilişki kurmaya, baba ile birlikte olmaya ihtiyacı vardır.

İletişimin ve baba-çocuk arasındaki paylaşımın temelleri ne kadar çabuk atılırsa o kadar sağlam ve etkili olur.
Her şeyden önce ilişki ve iletişim kurmak zaman ve emek ister. Bebeklik döneminden itibaren bebeğinizin bakımında rol almak, bebeğiniz ile konuşmak, onu yürüyüşe, parka götürmek gibi temel adımlarla işe başlamanız gerekir. Bebeğiniz büyüdükçe, becerileri geliştikçe birlikte yapabileceğiniz etkinlikler de giderek artacak, bir süre sonra ise, çocuğunuzla aranızdaki iletişimi destekleyecek ortak ilgi alanları, ilişkinizi kuvvetlendirecektir. Ortak ilgi alanlarınızın, çocuğunuzla keyif alacağınız etkinliklerden oluşması önemlidir. Siz araba dergilerine bakmaktan hoşlanırken, çocuğunuz için bu sıkıcı bir etkinlik ise, bunun ortak bir ilgi alanı olma olasılığı yoktur.

Babalar ve Kurallar: Disiplin uygulamaları

Geleneksel aile yapısında baba, otoriteyi temsil eder. Son yıllarda, aile içindeki rollerin değişmesi ile birlikte otoriter baba modeline daha az rastlanır olmuştur. Otoriter baba modeli, yerini arkadaş babalara bıraksa da, babanın çocuk gelişiminde rolü düşünüldüğünde, kurallar ve disiplin, akla gelen temel kavramlar arasındadır. Ebeveynlerden birinin diğerine göre güçlü ve baskın olması, ev içindeki iletişim kadar çocuğun kişilik gelişimini de olumsuz etkiler. Annelerin, çocuk ile ilgili düzenlemeler ve sorumluluklar ile ilgili fazla rol aldığı durumlarda baba, uzakta kalan ebeveyn olarak algılanır. Anne; çocuğun beslenme düzeninden, uyku düzenine, arkadaş ilişkilerinden, ders çalışma becerilerine kadar, her alanda çocuğu takip etmeye çalışırken, bazen etkinliğini ve otoritesini kaybetmiş gibi hissedebilir çünkü çocuk her konuda anneden aldığı uyarılara bir süre sonra alışıp tepki vermemeye başlar. Anne yemeğe gelmesi için 10 kere seslenirken, baba bir kez çağırdığında çocuk masaya gelir. Bunun nedeni; daha az gördüğü, yeterince zaman geçiremediği babasını mutlu etmek, onun olumlu ilgisini almak ya da karşısında baskıcı bir baba figürü varsa, onun yıkıcı etkisinden kaçmak olabilir.

Disiplin, sadece olumsuz davranışlara engel olmak için ceza vermek değil; kişinin kendi davranışlarının yarattığı sonuçların farkında olmasıdır. Bu nedenle ev içinde, eşinizle tutarlı yaklaşımlarda bulunmanız, olumsuz davranışlar söz konusu olduğunda, bu durumu çocuğunuza uygun bir dille anlatmanız, istediğiniz davranışları, olumlu geri bildirim yoluyla pekiştirmeniz, uygun disiplin yaklaşımlarının temelini oluşturur. Baba olarak rolünüz, akşam eve gelince şikayet edilecek otorite figürü olmamalıdır. Çocuğunuz dinleyip, uygun ve doğru davranışları öğretir, olumlu davranışlarını çekinmeden pekiştirirseniz (aman şimdi aferin dersek şımarır diye düşünmeden) çocuğunuzla aranızdaki ilişki çok daha verimli olur.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Ergenlerle İletişim

Ergen Kimdir?

Ergen; 12-22 yaş dilimi arasında yaşayan, çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecinde olan, olgunlaşma dönemindeki gençtir. Bu süreçte ergen, fiziksel, psikolojik ve sosyal değişimler yaşar. Kendi kendisiyle, çevresiyle sürtüşür ve savaşır. Olumlu, olumsuz tüm duyguların yoğun, bütün tepkilerin aşırı yoğun olduğu dönemdir. Diğer bir deyiş ile de, ergenlik en sağlıklı hastalıktır. Ergenler çok değişkendirler, istekleri geçicidir. Hasta bir insanın açlığı ve susuzluğu gibi birden parlar, birden sönerler. Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar; çünkü aldatılmamışlardır. Yüksek amaç ve hayalleri vardır. Çünkü yaşamın ve koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemiştirler.

Ergenlerin Tipik Değişimleri

Fiziksel Değişimler: Ergen yetişkinliğe adımında ilk önce fiziksel değişimler yaşamaya başlar. Bedenindeki hızlı gelişim, kadın ve erkekliğinin görünümünün belirginleşmesi, cinselliğin önemini ve cinselliğe ilgisini arttırır.

Psikolojik Değişimler: ergenlik döneminde ergen psikolojisindeki en belirgin değişim, bağımsızlık isteği ve kimlik arayışıdır. Kararlarını kendisi vermek, özgürce davranmak ister.

Sosyal Değişimler: Evin dışında sosyal bir çevre oluşturma ergen için önem kazanır. Arkadaşlıkların önemi artar. En değer verilen kişiler arkadaşlardır. Ergen kendisini, onların yanında önemli ve değerli hisseder. Kurduğu ilişkilerde ve bulunduğu ortamlarda başarılı olmak önemlidir. Bu dönemde yaşanılan başarısızlıklar, girişimciliği ve kendine olan güveni olumsuz etkileyebilir.

Ergenlerin tutum ve Davranışları

" Yalnız kalma isteği
" Çalışma isteksizliği
" Can sıkıntısı
" Huzursuzluk
" Otoriteye (anne, baba, okul, toplum) karşı direniş
" Tehlikeli konulara merak
" Özgürlük isteği
" Bir gruba (spor, müzik, giyim vb.) ait olma arzusu
" Karşı cinse ilgi
" İlişkilerinde ve girişimlerinde başarılı olma isteği

Tipik Davranışlar Neden Olağandır?

Bağımsızlık isteği ile ergen, yapabileceği şeyleri ortaya koymak ister. Bağımsızlık, ergenin kabul edildiği ve değer verildiğini hissettiği, ama belli sınırları olan bir ortamda yaşatılırsa etkilidir.
Ergenin kimlik oluşumuna en fazla etki eden faktör arkadaşlarıdır. Ergen, kendisinin ne işe yaradığının, kimin için değerli olduğunun yanıtını arkadaş ortamında bulur.
Ergen bu dönemde başarılı olmak ister. Bu dönemde başarısızlığa uğrama riski çok fazladır; önemli sınavlar, ilişkilerde yeni başlangıçlar bu dönemde yaşanır. Özgüvenin yitirilmemesi için, başarısının ölçüsünü ona sağladığı doyum ile ölçmek sağlıklıdır. Örneğin, çocuğumuzun sınav başarısını değerlendirirken; "X kişi sınavdan şunu aldı, sen yine daha düşüksün" gibi, ya da "Ben senin daha fazlasını yapabileceğini ümit etmiştim" gibi, başkaları gibi ya da bizim istediğimiz gibi olmasını beklememiz yerine, aldığı başarının onda yarattığı duygular üzerinde durmamız daha etkili ve olumlu bir özgüven oluşumu hazırlar. Örneğin "Aldığın not ile kendini nasıl hissediyorsun? Beklentin neydi, hedefine uygun mu?".

Ergen, Anne - Baba İlişkilerinde Dikkat Edilecekler

" Ergeni "saçma, yanlış" demeden dinleyebilmek
" Ergenin tepkili ve çelişkili davranışları karşısında soğukkanlı kalabilmek
" Eleştiriyi kişiliğe değil, beğenilmeyen söz veya davranışa yöneltebilmek
" Bu dönemin geçici bir dönem olduğunu bilerek davranabilmek
" Ergene, önem verildiğini, sevildiği bir aile ortamında yaşadığını hissettirebilmek
" Ergeni anlamak istemek ve çabalamak
" Arkadaşları hakkında önyargılı düşünce ve davranışlardan kaçınmak
" Ergene güvenmek ve bunu ona hissettirmek
" Ergene yaptığı hataları düzeltmesini sağlamak amacıyla şans verebilmek son derece önemlidir.

 

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Televizyonda Şiddet Ve Çocuk

11 ve 13 yaşındaki, kamuflaj elbiseli, birçok tabanca ve uzun mevzili tüfek taşıyan iki öğrenci, yangın alarmıyla bahçeye topladıkları öğrencilere ateş açtı ve 4 kız öğrenci ve bir öğretmen öldü (10 Mart 1998,Sabah).
9 yaşındaki Volkan izlediği filmdeki asılma sahnesinin nasıl olduğunu annesine sordu ve sonra odasına çıkıp kendisini astı; 14 yaşındaki Sandy Charles kurbanının yağını içenlerin uçabileceği mesajını veren "Müvekkilim Warlock" adlı filmi 10 kez izledikten sonra film kahramanı gibi uçabilmek için 7 yaşındaki Thimpsen adlı çocuğu öldürdü, derisini yüzdü ve yağını eritip içti (29 Mart 1998, Gazete Pazar).
Pokemon adlı çizgi filmdeki kahramanlara özenen 4 yaşındaki Ferhat, oturduğu apartmanın 7. katından atladı (30 Ekim 2000, Radikal).
4 yaşındaki "Örümcek Adam" Mehmet, annesine gelip neden kendi elinden de iplik çıkmadığını sordu. Oysa yaklaşık bir makara iplik yutmuştu. Ninja Kaplumbağa hayranı 7 yaşındaki Onur, ismiyle çağrılınca bakmıyordu. O bir Ninja'ydı. Arkadaşlarıyla oluşturdukları çetede hepsi birer Michalengelo ya da Donatello'ydu. Annesine ve ablasına sevgisini yumruk ya da tekme atarak gösteriyordu. Bir sabah çok erken saatte okuldan eve döndü. Burnu kanıyordu ve gözünde darbe izleri vardı. Annesinin zorlamalarına rağmen uzun süre konuşmadı. Sonra yavaş yavaş zafer kazanmış komutan edasıyla "Onlara derslerini verdik. Artık okulda tek Ninja Kaplumbağalar biziz" dedi (Yanık,1994, s.64).
Yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar televizyondaki şiddetin ocuklar üzerinde olumsuz etkiye sahip olduğundan yanadır. Dış dünyaya karşı kendimizi korumak için kapıyı kilitlerken, yoksa asıl tehlike evin içinde mi?Şiddet günlük hayatımızda o kadar yer buluyor ki, tehlikesiz görerek çocuklarla beraber izlediğimiz haberlerde dahi kendini gösteriyor; üstelik en vahşi haliyle.
Günde 6 saat televizyon izleyen çocuğun, yılda 5590 civarında cinayet, ölüm, intihar gibi birçoğu planlanmış, bıçakla, silahla ya da döverek yaralama görüntüsüne maruz kaldığını ve 15 yaşına kadar bir çocuğun 45 bin cinayet, yaralama ve şiddet izlediğini belirten Zuhal Baltaş haklı olarak soruyor devamında: " Biz yılda acaba 5590 kez iyi çocuk olmasını söylüyor muyuz?" (29 Mart 1998, Milliyet).
Stanford Üniversitesi'nden Albert Bandura çocuklara, ekranda elinde bir sopayla büyük kuklalara saldıran bir adam gösterir. Daha sonra çocuklar kuklayla baş başa kaldıklarında aynen izledikleri adam gibi kuklalara saldırmaya başlarlar. Aynı çocuklara aynı sahneler yeniden izlettirilir; fakat bu kez kuklalara saldıran adama çevreden gelen adamlar saldırır ve dayak atarlar. Çocuklar yeniden kuklalarla baş başa bırakılır; ancak bu sefer çocukların saldırganlığının yatıştığı görülür. Bandura, öğrenmenin sosyal ortamda gerçekleştiği üzerinde durmaktadır.
İlk yetişkinliğe kadar olan çağlarda çocuk her yönüyle gelişim içindedir (psikolojik, fiziksel, sosyal vb.). Bu gelişim sürecinde çocuk her türlü uyarıcıya olabildiğince açıktır. Bu, çocuğun gelecekte bir kimlik sahibi olabilmesi ve sosyalleşmesi için kaçınılmazdır. Şu andaki birey geçmişinden (çocukluğundan) bağımsız değildir. Çocuğun, şiddeti algılayışı yetişkinin algılayışından doğal olarak farklıdır. "İlk denyimler her zaman son deneyimlerden daha güçlü ve kalıcıdır. Bu nedenle; yetişkinlere oranla daha kolay şekillenen çocuk beyni, tanık olduğu şiddet olaylarını bir sünger gibi emer; bu olaylar çocuğun beyninde derin izler bırakır (Oskay,1999, s.4).
Erken yaş çocukları bilişsel ve duyuşsal gelişimlerinin başında olduklarından onların şiddeti algılayışı, yorumlayışı daha basittir. Ve bu yüzden de değerlendirmeleri daha zayıftır.
"İlk çocukluktan itibaren çocuklar kendilerine model olarak seçtikleri televizyondaki dizi kahramanlarının özelliklerini günlük yaşamlarına ve oyunlarına yansıtmaya başlarlar. Televizyondaki dizi kahramanı, çeşitli davranış ve hareketleriyle,çocuktaki saldırganlık dürtülerini harekete geçirebilir ve onu saldırgan yapabilir. Çünkü çocukta dürtülerini dizginleme yeteneği çok zayıftır. (Yavuzer,1996, s.245)".
3-6 yaşındaki çocuk gördüğü filmlerdeki sahnenin gerçek olup olmadığının ayrımına varamaz (işlem öncesi dönem). 7-18 yaş gördüklerinin farkındadır ancak film yapımcıları bu sahneleri o kadar gerçekçi verirler ki, onlar bile kendilerini bu sahnelerin etkisinden kurtaramazlar.
Çocuğun taklit yoluyla yaşama taşıdığı şiddet içeren olumsuz davranışlar sosyal kabul görürse bu davranışın niceliksel artışı kaçınılmazdır ve şiddet içeren davranış başka alanlara da taşınacaktır (oyun, okul, sosyal ilişkiler). Ekrandaki kahramanın, sorunlarını kaba kuvvetle çözdüğünü gören çocuk aynı davranışı günlük yaşama taşıyacaktır ve bu davranışların, dolaylı ya da dolaysız ödüllendirilmesi (görmezden gelme, okşama, gülümseme), davranışın pekişmesine neden olacaktır.
Çocuğun gelişiminde etkili olan kitap ise, çocuğun hayatında -ders kitapları hariç- yer bulamamaktadır. Kitaplarda yer alan şiddet ile televizyonda yer alan şiddet karşılaştırıldığında şöyle bir değerlendirme ortaya çıkıyor: "Kitap okurken sayfalardaki olayları kendi zihninde canlandırması gereken çocuklar, hayal güçlerinin aşırı hallerde bir tampon vazifesi görmesiyle etkiyi yumuşatmış olmaktalar. Bunun sebebi, bir hikayeyi okurken hayallerinde yarattıkları "görüntülerin" kendi yerleşik normlarıyla uyum içinde olması yüzünden, doğal olarak kabul etmekte zorlanabilecekleri aşırılıklardan törpülenmiş olmalarıdır." (Turam,1997, s.392).
Şiddet görüntülerinin sık sık ve yinelenerek artması, çocuk üzerindeki olumsuz etkiyi artırmaktadır. Çocuğun şiddetten etkilenme derecesini etkileyen faktörler; şiddetin izlenme sıklığı, ailenin eğitim durumu ve aile içi ilişkiler, içinde yaşanılan toplum ve toplumdaki şiddet algılayışı, kronolojik yaş, kişilik özellikleri vb.'dir. Ancak çocuğun günlük hayatta karşılaştığı şiddet, televizyondaki şiddetten daha yıkıcıdır. Gerek televizyonda gerekse günlük yaşamda şiddete maruz kalan çocuklarda görülen tepkilerden bazıları şu şekildedir: Aşırı hareketlenme, çevresine zarar verme, saldırgan davranışları taklit, sadizm, saldırgan davranışın cezalandırılması sonucu umutsuzluk ve suçluluk, şiddete duyarsızlık, insan hayatının değersizliğine inanç, sorunları şiddetle çözmeye teşebbüs, gerçekle hayali ayıramama, aşağılık duygusu, uç oranda içe/dışa dönüklük, güvensizlik,uyum sorunları.
Çocuğun hayatında bu kadar paya sahip televizyon, eğitim amaçlı kullanılamaz mı? İşte size bir araştırma: Stein ve Frederik (1972), okul öncesi çocukların 3 tip televizyon filmi seyretmeleri neticelerinin uzunca bir süre içindeki etkilerini incelemişlerdir. 1. grup Batman ve Superman çizgi filmlerini, 2. grup Misteroger'in Mahallesi filmini -film dayanışmayı ve yardımseverliği içeriyordu-, 3. grup ise çocukların seyahatlerini anlatan bir dizi film izlemişlerdir. Çocuklar deneyden 4 hafta önceye kadar doğal ortamlarda gözlenmiş ve bu gözlemler araştırıcılara çocukların kişiliklerinde şiddet davranışları ile ilgili herhangi bir eğilim bulunup bulunmadığının tespitine yaramıştır. Çocuklar bulundukları gruba bağlı olarak 4 hafta bahsedilen filmleri seyretmiştir. Daha sonra çocuklar 3 hafta doğal ortamlarında gözlenmişler, gözlem sonucunda çeşitli davranışlar şiddet davranışları, yardımseverlik ve dayanışma şeklinde sınıflandırmışlardır. Sonuçlara göre, film görülmeden önce bir derece şiddet davranışı gösteren çocuklar filmden sonra çok daha fazla şiddet davranışı ortaya koyar hale gelmişlerdir. 12 dizi Misteroger'in Mahallesi filmini seyreden çocuklar ise anlamlı derecede daha çok yardımsever ve paylaşmayı seven çocuklar olmuşlardır (yanık,1994, s.69).
Filmlerin çocuk üzerindeki olumsuz etkilerini vurgulayan pedagog, psikolog, psikiyatr ve diğer uzmanlar film yapımcılarını da eleştirmektedirler. Ancak film yapımcılarının bu eleştirilere cevabı bir hayli ironik. Kuzuların Sessizliği'nde (Silence of The Lambs) Anthony Hopkins'in canlandırdığı Dr. Hannibal Lecter zeki bir psikiyatr ama aynı zamanda insan yiyebilen bir canidir. 6. His (Sixth Sense)'te çocuk psikoloğunu canlandıran Bruce Willis, var olan psikoloji deneyim ve bilgileriyle olayı çözememiş ve parapsikolojik bir yaklaşımla ancak çözüme ulaşmıştır.
Eğitime yönelik çalışmalarda televizyon çok önemli bir yere sahiptir; ancak ne yazık ki, çocukların eğitimine yönelik programlar yeterli değildir.

Kaynak: Psikolojik Danışmanlık Bülteni

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Karne Korkusu

Öğrencilik yıllarında karne korkusu ya da kaygısını duyumsamayan olmamıştır. Özellikle ilkokul yıllarında duyumsanan bu kaygıyla çocuğun tek başına baş etmesi güçtür. Anne-babalar da çocuklarının bu kaygılarını hafifletmek ya da gidermek yerine tam tersi bir tepki göstererek, çocuğun kendisini daha da olumsuz hissetmesine neden olabilmektedirler.
Öğrencilik yıllarımız, yaşamımızın önemli bir bölümünü kapsıyor. Öğrenci dediğimizde öğretmen, öğretmen dediğimizde ders, ders dediğimizde notlar, notlar deyince de "karne" kavramları aklımıza gelir. Bunlar arasında, öğrencileri en çok kaygılandıran faktörün "karne" olduğunu biliyoruz. Hem araştırma sonuçları, hem de gözlemlerimiz, her yaştan öğrencinin "karne kaygısı" duyumsadığını bize gösteriyor. Ders notları iyi ya da kötü olsun, çocuklar ve gençler, notlar teslim edilip karne günü yaklaşırken heyecan duyduklarını, korktuklarını, anne-babalarının tepkilerinden kaygılandıklarını ifade ediyorlar. Tabii burada karne korkusunun altında yatan esas neden, çocuğun karnesindeki notlara, anne-babasının nasıl tepki göstereceğidir.
Kimi aileler bu konuda çok katı ve acımasız davranırken, kimileri duyarsız, kimileriyse anlayışlı ve hoşgörülü olabiliyor. Medyadan ve çevremizden duyduğumuz "karne intiharları", daha çok katı anne-baba tutumundan kaynaklanırken, elbette anne-babadan korkan her çocuk intihara kalkışmıyor. Burada,öğretmenin tutumu ve çocuğa yaklaşımı, çocuğun hayatı ve anne-babasını algılama biçimi, çocuğun kişilik yapısı gibi faktörler önemli bir yer tutuyor ve kimi zaman bu faktörler birleşince karne korkusu daha üzücü boyutlara ulaşıyor.

Anne-Baba Tutumlarının Çocuğun Kaygısına Etkisi

Aşırı Otoriter Anne-Babalar: Özellikle ders çalışma ve notlar konusunda çocuğa çok fazla baskı yaparlar. Otoritenin ölçüsünü kaçıran bu ebeveynlerin çocuklarında karne korkusu büyük boyutlarda yaşanmaktadır. Çocuk, öğrenmek ve kendisini geliştirmek için değil, anne-babasından korktuğu için ders çalışır. Bu çocuklarda görülen en çok görülen duygu bozukluğuysa "sınav kaygısı" dır. Derslerine çalıştığı ve sınavlara hazırlandığı halde, "başaramayacağım" korkusundan dolayı, sınavlarda aşırı heyecanlanan bu çocuklar, bildikleri halde soruların yanıtlarını ya unuturlar ya da yanlış yanıtlarlar. Bunun sonucunda da karnelerine notları yüksek gelmez ve "karne korkusunu" daha yoğun yaşarlar.

Aşırı Kontrolcü Anne-Babalar: Otoriter anne-babalardan farkları, bu ebeveynlerin otoriteden aşırı uzak olmaları, ancak çocuğun derslerini ve ders çalışma süreçlerini sürekli kontrol etmeleridir. Bunların yanı sıra bu ebeveynler, çocuklarının tek başlarına ödev yapabileceklerine inanamadıklarından, çocuğu kendileri çalıştırırlar. Hafta sonları çocuğa ödevi olup olmadığına ilişkin aşırı baskı uygularlar. Bu anne-babaların çocukları, sorumluluk alamadıkları gibi, ders konusunda kendilerine olan güvenlerini de geliştiremezler, sürekli kontrol edilmek gibi bir davranış geliştirerek, tek başlarına ders çalışamazlar. Otoriter anne-babaların çocukları gibi sınav kaygıları yoğun olmaz ama yine de sınavlarda tedirgin ve güvensiz bir tavır sergilerler. Bunun sonucunda da karne kaygısını yoğun bir biçimde hissederler.

Aşırı Koruyucu Anne-Baba Tutumu: Diğerlerinin tam tersi davranışlar söz konusudur. Çocuklarına hiç kıyamadıklarını ifade eden aşırı koruyucu ebeveynler, özellikle ilkokul birinci ve ikinci sınıfta çocuklarının ev ödevlerini kendileri yaparlar. Çocuklarına ödev yapma ve ders çalışma sorumluluğu vermezler. Çocuklarının çok yorulduğunu ve küçük olduğunu düşünerek, çocuğun yapması gerekenleri kendileri yaparak ona iyilik ettiklerini düşünürler. Bu anne-babaların çocukları, ileriki sınıflarda da aynı rahatlığı isteyerek, ders çalışma gibi bir sorumluluğu yüklenmezler. Bu çocuklarda karne korkusuna, diğer iki gruptakinden daha az rastlanır. Ancak, anne-baba var olan tutumlarını değiştirmedikçe, çocuğun okul başarısızlığı kaçınılmaz olmaktadır.

Çocuğa güvenen-destekleyici anne-babalar: Çocuğu zorlamayan ama sorumluluklarını hatırlatan, iyi not aldığında duygusal olarak ödüllendiren davranış biçimlerini görüyoruz. Bu ebeveynler, çocuklarının yerine ödev yapmak ya da her defasında çocuğun yanına oturarak çocuğa ders çalıştırmak gibi davranışlara girişmezler. Çocuk üzerindeki kontrolleri, dengeleyici ve sevecendir. Çocuğun sorumluluklarını hatırlatırlar. Örneğin: "Sanırım ödevlerin vardı canım" gibi. Bu ebeveynlerin çocuklarında karne korkusuna ya hiç rastlanmamakta ya da normal sınırlarda bir heyecan gözlemlenmektedir. Bu gruptaki çocuklar ders çalışma sorumluluklarını aldıklarından notları da yüksek olmaktadır.

Yukarıdaki anne-baba tutumlarını, ders çalışma konusunda çocuğa yaklaşımları aşağıdaki gibi şemalayabiliriz.

Aşırı Otoriter Yaklaşım: "Hemen dersine oturuyorsun"
Aşırı Kontrolcü Yaklaşım: "Gel bakalım, ödevini yapıyoruz"
Aşırı Koruyucu Yaklaşım: "Hiç canını sıkma, ben yaparım"
Güvenen-Destekleyici Yaklaşım: "Sanırım dersin vardı"

Nasıl Davranmalı?
Karne zamanı yaklaştı. Unutmamalı ki, bu süreden sonra çocuğu uyarmak ya da çocuğa kızmak için çok geç. Çocuğunuzla aramızdaki iletişimin daha fazla bozulmasını istemiyorsanız, ona kızıp bağırmak yerine, kötü notlarının nedenlerini ona fark ettirebilir ve kendi hatasının bilincine varmasını sağlayabiliriz.
Ona kendi duygularınızı ifade edebilir (düşüncelerinizi değil) ve ondan da neler hissettiğini söylemesini isteyebilirsiniz. "Üzgünüm", "kızgınım", "korkuyorum" gibi.
Çocuğunuza ders notlarının çalışma disiplini ve sorumluluğunu ifade ettiğini, bunun asla bir yarış olmadığını ve onu kimseyle kıyaslamadığınızı ifade edebilirsiniz.
Bazı anne-babalar çocuklarından mükemmel karneler beklerler. Karnesinde sadece tek bir notu "4" olsa bile çocuğa kızarlar.
Bu yaklaşım çocuğun özgüvenini yıktığı gibi, hevesini de kırar. Eğer sizin de bu tür yaklaşımlarınız varsa, bu yıkıcı davranışınızdan vazgeçmeli ve çocuğunuza gereken "olumlu duygusal onayı" vermelisiniz.
Ders çalışmanın "sorumluluk duygusundan kaynaklandığını hatırlatırsak; önünüzdeki yaz tatili döneminde çocuğunuza üstesinden gelebileceği sorumluluklar verebilirsiniz. Onun yaşına uygun vereceğiniz bu sorumluluklar, çocuğunuzun bu anlamda kendisini geliştirmesini sağlayacaktır.

Başarısız karne çocuğa verilmeyen sorumluluğun göstergesidir.
Eğer karnesindeki notları kötüyse; kendisinin hazırlayacağı bir ders çalışma programını, tatil boyunca uygulamasını sağlamanız faydalı olacaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken noktalar, çocukla çok fazla inatlaşmak ve tatilini derslere boğmamak olacaktır.
Çocuğa sürekli başarısız derslerini hatırlatmak ve "iyi bir karne getirmedin, bu yaz sana şunlar yasak" gibi yaklaşımlarda bulunmak, çocuğun ders çalışmasına değil, tam tersine öfkelenmesine yol açacağı gibi, bu davranışlara yönelmemek, çocuğunuza güvendiğinizi hissettirerek, bir sonraki eğitim yılında daha başarılı ve gayretli olacağına inandığınızı ifade etmek, sizi ve çocuğunuzu daha yapıcı çözümlere ulaştıracaktır.
Sevgili anne-babalar, yukarıdaki yaklaşımlardan hangi gruba girdiğinizi olabildiğince objektif olarak gözlemleyerek, kendi yanlışlarınızı fark edip, çocuğunuza olan tutumunuzu daha olumluya çevirebilirsiniz. Unutmayalım ki, bizler ne kadar dengeli davranırsak, çocuğumuz da gerek kendi iç dünyasında, gerek sosyal yaşantısında, gerekse okul ortamında o kadar dengeli olacaktır.

Kaynak: İlkim ÖZ

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Uyku Bozuklukları

Bebeğin doğumundan sonra anne-babaların en fazla uğraştıkları konu, beslenme alışkanlığı ile birlikte uyku düzenidir. Çünkü doğumdan sonraki ilk haftalarda ya da aylarda beslenme düzeninin oluşturulması gerekmektedir. Uyku sık sık ağlamalarla bölündüğü, dolayısıyla anne-babanın uyku düzenini de bozduğu için, anne-babaların çocuklarının uyku düzensizliği ve sık uyanması konusunda endişelenmesi doğaldır.
Yeni doğan bebekler, aralarında büyük farklılıklar göstermekle birlikte, günde ortalama on altı- on yedi saat kadar uyurlar. Uyku ve uyanıklık dönemleri oldukça kısadır. Üçüncü aya doğru toplam uyku süresi çok az kısalmakla birlikte, uyku-uyanıklık döngüsünün süresi artar ve bu aylarda bebeklerin % 70'i tüm gece boyunca uyanmadan uyurlar. Giderek gece uyanmalar azalır. Altıncı ayda bebeklerin % 85'i tüm gece,uyanmadan uyurlar. Bir yaşında bebeklerin ancak % 10'u gece uyanır. Bu yaş bebeklerin büyük çoğunluğu, sabit bir uyku düzeni kazanır. Gece uzun, öğlen kısa bir öğlen uykusu dönemi yerleşmiş olur. Sosyal sınıf ya da annenin tecrübeli olmasının gece uyku bölünmesinde etkisi yoktur. Ancak anne sütü alan bebeklerin, biberonla beslenenlerden daha sık uyandıklarını saptanmıştır. Anne-babaların düşündüğünün tersine, uyku öncesi verilen besin miktarının ve beslenme şeklinin uyku sorunlarıyla ilişkisi belirlenememiştir. Ancak yetersiz ve düzensiz beslenmenin uyku sorunlarının artmasına yol açtığı kesinleşmiştir.
Yeni doğan uykusu, yaşamın ilk yılından sonra, çevresel faktörlerden giderek daha fazla etkilenmeye başlar. Uyku saatindeki kaymalar, annenin psikolojik sıkıntıları, uykuya hazırlık ve yatağa gidiş rutinindeki düzensizlikler, uykuyu olumsuz yönde etkileyip sık uyanmalara yol açabilir. İki-üç yaşlarındaki çocuklar, yatağa giderken zorluklar çıkarabilirler. Sık sık uyanırlar ve anne-babalarına seslenmeden uyumazlar. Bu yaşlarda çocuklar, haftada en az bir ya da iki kez uyanıp, anne-babalarını uyandırırlar. Uykuya dalmak; dış dünyayı bırakmak ve anne-babalarından ayrılmak gibi hissedildiğinden, pek çok çocuk bundan tedirginlik duyar. Uykuya dalarken tanıdık birinin, özellikle de annenin imajını yanlarında taşımak isterler. Ancak bu imajı zihinlerinde tutma kapasiteleri sınırlı olduğundan, uyurken yanlarında güvendikleri bir kişiyi isterler. Özel bir oyuncağın ya da gözde bir eşyanın varlığı, uyanıklıktan uykuya geçiş yolculuğunu kolaylaştırabilir.
Daha büyük yaş grubundaki çocuklar, uyku sırasında kontrollerini kaybetmekten korkarlar. Örneğin; idrar ya da dışkılarını kaçırma düşünceleri, uykuya dalmalarını güçleştirebilir. Bazı çocuklar televizyon programlarını kaçıracaklarından korkarken, bazıları da anne-babalarının üzerindeki güçlerini denemek isterler. Gece yarısında anne-babalarını uyandırıp uyandıramayacaklarını ya da sabahın köründe koşup yanlarına gelip gelmeyeceklerini denerler. Bunların yanı sıra uyku, çocukların çoğunda karanlık, cinler, hayaletler, hırsızlar gibi korkular da uyandırabilir.
Anne-babayla birlikte uyumak, gece uyanmalarını ve ağlamalarını genellikle bebeklikle birlikte, daha büyük çocuklarda uyku sorunlarının büyük oranda artmasına yol açmaktadır.
Dört-beş yaş grubu çocuklarında öğle uykusu gereksinimi azalır. Bu yaştaki çocuklar anne-babalarının isteğinden erken kalkma eğiliminde olsalar da, tüm gece kesintisiz uyurlar. Yatağa girme güçlüğü ve gece uykunun bölünmesi sorunu sürse bile, okula başlayan çocukların hemen hepsi tüm gece uyurlar. Ancak kabuslarda sıklaşma görülebilir. Bunlar bir televizyon programı ya da yaşanmış korkutucu bir olayın yansıması olabilir. Uykuya dalma ve uykudan uyanma sorunları, çocukta fiziksel bir rahatsızlık olmadığı sürece, anne-babanın yaklaşımından kaynaklanabilir. Her seslendiğinde koşarak yanına gitmek ya da çocuğun birlikte uyuma ısrarlarına olumlu cevap vermek, çocuğun yalnız başına yatmaya alışmasını güçleştirir.
Uykuya dalma ve gece uyanma sorunları dışında uyku dönemlerindeki bozukluklar da, uyku sorunlarına yol açabilir. Yaşamın ilk üç ayında yeni doğanlar uyku sürelerinin % 50'sini "Rüya uykusu" olarak da bilinen REM döneminde geçirir. Kalan % 50'lik bölüm REM ya da "Derin uyku" dönemidir. REM dönemi, beynin aktivitesinin arttığı, yoğun rüyaların görüldüğü, bedenin hareketsizleştiği ve döneme adını veren, hızlı göz hareketlerinin (Rapid Eye Movement) gözlemlendiği uyku dönemidir. Bu sırada bebeklerde küçük seyirme ya da irkilmeler, gülümsemeler, emme hareketleri görülebilir. REM dönemi uykunun en kısa süren dönemi olmasına karşın, uyku sürecinin en önemli parçasıdır. On beş-yirmi dakika süren REM uykusu öncesi, derin uyku dönemi geçiren yetişkinlerin tersine, yeni doğan bebekler uyku döneminin başında REM uykusuna geçerler ve bu dönem bebeklerde elli-altmış dakika sürer.
Kabuslar, REM uykusu döneminde görülen korkutucu rüyalardır. Çocuk heyecan içinde, kalp çarpması ve solunum hızı artmış olarak uyanır. Uyandığında bulunduğu ortam ve çevresindeki kişileri tanır, rüyasını hatırlar. Çocuğun gerçek ve hayal ayrımını yapamadığı üç-sekiz yaşlar arasında sık görülür. Çok sık tekrarlamadığı sürece sorun oluşturmaz.
Uyurgezerlik, genellikle uyuduktan iki-üç saat sonra meydana gelir. Uyurgezer çok hafif bir uyanıklılık dönemidir. Genellikle anlamsız bakışlar, çevreye karşı ilgisizlik söz konusudur. Yatakta doğrulup oturabilir ya da kalkıp mekanik bir şekilde yürüyebilirler. Genellikle on beş-yirmi dakika süren bu dönemi uyandıklarında hatırlamazlar.
Gece terörü, yine aynı uyku döneminde oluşan ve aileleri korkutan bir bozukluktur. Genellikle çığlıklarla uyanırlar,kalkıp panik içinde bilinçsizce kaçmaya çalışırlar. Sanki gözleri açık olduğu halde, korkutucu şeyler görmekte ve bunlardan kurtulmaya çalışmaktadır. Yatıştırma ve iletişim kurma çabaları yaramaz. Beş-on dakika sonra yavaş yavaş sakinleşmeye başlarlar ve tekrar uykuya dalarlar. Aslında tam olarak uyanmadıkları bu dönemi sabah kalktıklarında hatırlamazlar. Bu nedenle bu dönemde uyandırılmaları gereksizdir; hatta uyandırmaya çalışmak çocuk için daha korkutucu olabilir.
Uyurgezerlik ve gece terörü, zamanla kendiliğinden geçeceğinden çocuğun kendisine fiziksel olarak zarar gelmesine (kalkıp dışarı çıkması vb.) engel olacak tedbirleri almak dışında herhangi bir girişimde bulunmayı gerektirmez.
Aşırı uyku ya da durup dururken aniden uykuya dalma şeklinde de uyku bozuklukları görülebilir. Ayrıca solunum yolu tıkanıklığına yol açan sorunlar gibi fiziksel hastalıklar ve kullanılan ilaçlar da uyku bozukluklarına yol açabilir. Bu durumlarda bir uzmana danışmak gereklidir.

Kaynak:
1-Dr. Hakan Erman
2-Graham Philip, Child Psychiatry

 

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

Ergenlikte Öfke Kontrolü

Öfke; herkes tarafından hissedilen, vazgeçilemeyen, güçlü fakat kontrol edilmesi öğrenebilen, saldırganlıktan farklı olan (Saldırganlık, öfkenin kontrol edilemediği durumda ortaya çıkan bir davranıştır) bir duygudur.
Öfke patlamaları, ergenlikte görülen ruhsal kriz durumlarından biridir. Ergenlik dönemi; fiziksel, duygusal ve sosyal olarak bir geçiş dönemidir. Bu dönemde ergen; kendisiyle, ailesiyle, toplumla, yönetimle, sistemle vs. çatışma içinde olduğu bir dönem geçirir. Çeşitli gelişim dönemlerine bakıldığında, gençlerin, özellikle ergenlerin, daha ileri yaşlardaki kişilere göre daha çabuk, daha fazla ve yoğun öfke yaşadıkları görülmektedir. Öfke duygusu yoğun olarak bu döneme damgasını vuran temel duygulardan en önemlisidir ve nereye, nasıl akacağı belli değildir. Bu dönemi sağlıklı atlatmanın araçlarından bir tanesi olarak öfke duygusu, kontrolü ve sağlıklı yaşanması hakkında bilgi sahibi olmak ergenin gelişimi açısından son derece önemli görülmektedir.
Ergenlerin davranışları ve duyguları arasında yakın bir ilişki olduğundan, ergenin davranışlarını açıklamak için duyguların bilinmesi gerekir. Duygular, haz ve mutluluk kaynağı olabildiği gibi acı ve mutsuzluk kaynağı da olabilir. Duygular konusunda farkındalık kazanmak insanlar için olumlu yönlendirici işlev görebilir. İnsanın davranışları üzerindeki etkileri nedeniyle duygular, bireyin başka insanlarla ilişkilerini de etkilemektedir. Ergenlerin davranışları, ergenin duyguları ve duygulanımları incelenerek açıklanabilir.

Ergenin Öfke Kaynakları

Gençler; fiziksel ya da toplumsal etkinlikleri kısıtlandığında, toplum içindeki durum veya konumlarına yönelik herhangi bir saldırı olduğunda öfkelenirler. Ergen; eleştiri, utandırma, küçümseme ve reddedilme durumlarını zaten aşırı duyarlı olan benliğine ve kendisi için değerli olan toplumsal konumuna yönelik gerçek bir tehdit olarak değerlendirip öfkelenmektedir. Ergenler için öfkeyi tetikleyen uyarıcılar genellikle toplumsal uyarıcıdırlar.
Ergeni öfkelendiren sebepler; fiziksel hareketinin ve sosyal etkinlerinin kısıtlanması, engellenmesi; ayrıca egosuna yönelik eleştiriler yapılması ve reddedilmesidir. Bu dönemdeki öfke sebepleri sosyal engellenmeler ve hayal kırıklıklarını da içine alacak şekilde artmış durumdadır.
İğneleyici sözler; diğerlerince hor görülmek, sosyal hırsların önüne geçilmesi öfkenin sık rastlanan nedenlerindendir. Ergenlik döneminde, engellenmenin yanı sıra, fiziksel görünüm ile ilgili yetersizlik duygusu da öfke yaratmaktadır.
Bu dönemde; iki temel istek arasındaki çatışma, öfkenin temel istek arasındaki çatışma, öfkenin temel sebeplerindendir. Ergen, ailesel otoriteden bağımsız olmak istemektedir. Fakat, henüz kendisinden emin değildir. Ve bakıma ihtiyacı vardır. Çatışan bu iki istek, ergenin içinde savaşmaktadır. Ve bu da, aile nasıl davranırsa davransın ergende öfkeyi doğurmaktadır. Eğer, aile çok koruyucu ve destekleyici ise bağımlılık isteği tatmin olacaktır; fakat bağımsızlık isteği engellenecektir. Eğer, aile ergene kendi seçimlerini yapma şansı verirse, bu kez de bağımlılık isteği doyum sağlamayacaktır. Her iki durumda da sonuç öfke olacaktır.
Ergen, belirsiz statüsünden dolayı (ne çocuk, ne yetişkin) sıklıkla kendisini; ailesi, öğretmenleri, toplumun diğer üyeleri ile duygusal çatışma içerisinde bulmaktadır ve öfke duygusunu yaşamaktadır.
Ergenlik dönemi bilişsel gelişim demektir; yani soyut düşünceye geçiştir. Bu değişim; düşüncede olasılıkları düşünebilme gücünü artırır. Artık, anne-babanın söylediği her şey önceki dönemlerdeki gibi sorgusuz sualsiz kabul edilmez. Ergenlik döneminde bulunan genç, kendi iç dünyasını keşfetmeye başlar. Kendi öznelliğini kazanmak ister. Onun için bağımsızlık en ideal olur. Bu idealinin önündeki en büyük engel olarak aileyi görür.
Ergenin okuldaki öfkesi, akademik güçlüklere yönelik bir tepki olabilir. Bazı çocukların toplumsal rollerini tanımlamak için kullandığı bir saldırganlık çeşidinin işareti de olabilir. Öfkeli tehdit ve meydan okumalar, kimin daha çetin olduğunu belirlemeye yardım eder.

Öfkeli ergenler iki gruba ayrılabilir;

a) İçe Dönük Ergenler: Bu gruptaki ergenler, öfkelerini içine atarlar, bazen birdenbire parlarlar; duygularını ifade etmede güçlük yaşarlar, kendilerini nedensiz yere suçlarlar, kendilerine ya da duvarlara, kapılara fiziksel olarak zarar verirler; karın ağrısı, baş ağrısı gibi şikayetleri sıklıkla dile getirirler.
b) Saldırgan Ergenler: Bu gruptaki ergenler, öfkelerini içlerinde tutmazlar; kontrollü ve yapıcı bir şekilde dışarıya vuramazlar; agresif, kavgacı tavırlar sergilerler; kuralları reddetme sık görülür; kavgayı başlatan taraftırlar.

Her iki gruptaki ergenin de öfke uyandıran duygularla yapıcı şekilde başa çıkma, öfkeyi doğru şekilde dışarıya yansıtma, öfke kontrolü konusunda desteğe ihtiyacı vardır.

Öfke Kontrolü;

Olumlu ya da olumsuz her duygu gibi öfkenin de bir ömrü vardır. Bu ömür tamamlandığında öfke kaybolur. Ancak, bu tatsız süreyi kısaltmak ve onu daha iyi anlamak için öfkenin tüketilmesi gerekir. Öfkeyi doğru ifade etme becerisini kazanmaya "öfke kontrolü" denir. Öfke kontrolünde temel amaç; kişinin saldırganlıktan uzak, şiddet içermeyen, kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek şekilde duygusunu ifade etme becerisi kazanmasıdır.
Ergenin duygusal bağımsızlığını kazanma sürecinde öfke kontrolünü sağlaması tek taraflı yeterli değildir. Ancak, ebeveyn de aynı ergen gibi yaşayabileceği öfke ile baş edildiği taktirde ilişkileri olumlu etkilenecektir.

Eğer, ergen;
" Sık sık öfkeleniyor, her gün arkadaşlarıyla tartışıyorsa,
" Aynı yaştaki diğer çocuklara göre daha yoğun olarak öfkeleniyorsa, sık sık ağlayıp başkalarına saldırganca davranışlar sergiliyorsa,
" Yaşamın her alanında öfkelenecek bir şey buluyor ve belli bir kişi ya da olay nedeniyle değil, genel olarak kendini öfkeli hissediyorsa,
" Olaylarla baş etme yöntemlerinde önemli değişiklikler görülüyorsa, (Daha önce hiç sıkılmadığı şeylere öfkelenmeye başlamışsa...) anne-baba olarak dikkatli olunmalı; gerekiyorsa bir uzman desteğine başvurulmalıdır.

Öfkeli Ergene Destek;

Öfkesiyle baş edemeyen bir gence yardım ederken yapılması gereken ilk şey, onun niye öfkeli olduğunu anlamak ve bunun farkında değilse, onun da anlamasını sağlamaktır. Bu da, etkin ve objektif dinlemeyi gerektirir. Öfkeli çocuklar; açık, sakin, anlayışlı ve kendini anlayacak yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Ergeni, öfkelendiği için azarlamak ona kızmak veya "buna da kızılır mı?" tarzındaki yaklaşım, öfkesini nasıl ifade edeceği ve nasıl sakin olacağı konusunda ona fikir vermez. Bunun yerine öfkenin gerçek kaynaklarına odaklanmayı öğrenmesi gerekmektedir.
Çocuğun sakin olduğu bir anda, onun neyin bu kadar öfkelendirdiğini sorarak iç dünyasında hissettiği bir duygu veya kendisine söylenen bir şey ise (alay edilme gibi) bunu fark etmesini sağlayarak öfkesinin kaynağına inilebilir. "Bu durumda seni öfkelendiren şey ne?, "Değiştirmek istediğin ne?" gibi sorular bu amaca hizmet etmektedir.
İletişim becerilerini etkin kullanmak önemlidir. Bu, söylediklerimizin duyulması ve farklılıkların tartışılması şansını artıracaktır. Bazı ilişkilerde sakin ve suçlamalardan uzak bir konum sağlamak, uzun soluklu bir değişim yaratmak açısından önemli olabilir. Açık ve etkin bir iletişim kurmak, koşulların iyi olduğu durumlarda bile oldukça güçtür. Öfkelendiğinizde ise, daha da güçleşir. Ne de olsa, fırtınanın tam ortasındayken kendimizi gözlemlememiz ya da esnek davranmamız pek olası değildir. Duyguların yoğun olduğu durumlarda biraz geri çekilmek ve sakinleşmeyi beklemek öfkeye neden olaydaki gerçek konumumuzu daha objektif değerlendirmemizi sağlayacaktır.
Kızgınlık duygularına zemin hazırlayan, "asla!" ya da " her zaman!" gibi sözcükleri ne sıklıkla kullandığını ergene fark ettirmek gerekir. Bu tür sözcükler kızgınlık duygusunda haklı olduğunu düşünmeye yol açar ve problemin çözümüne katkıda bulunmaz.
Öfkeli bir çocuğun kırgınlık duygularına ya da başkalarının sataşmalarına vereceği tepkilerde her zaman seçim şansının olduğunu ona göstermek gerekir. Bağırmayı, vurmayı, öfke nöbetleri geçirmeyi ya da öğretmenine ve arkadaşına neler hissettiğini söylemeyi tercih edebilir. Bu konuda onu, hangi eylemin iyi sonuç doğuracağını düşünmeye teşvik etmek gerekir.
Ergene duygularını anlattığı bir günlük tutması önerilebilir. Kendisini öfkelendiren problemi, bu probleme nasıl tepkide bulunduğunu, bu tepkinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ve problemi halletmek için iyi bir yol olup olmadığını anlatması; ergenin, yaşanan olayla ilgili farkındalığını da artıracaktır.
Ebeveynlerin ergenden beklediği gibi davranması önemlidir. Bu doğrultuda, anne-babaların kendilerine şu soruları sormaları yararlı olacaktır:
"Ben öfkemi olumlu ve yapıcı biçimlerde ifade edebiliyor muyum?"
"Çatışmaları başarılı bir şekilde çözümleyebiliyor muyum?"
"Çocuğuma, öfkesini kabul etmeyi ve ifade etmeyi öğrettim mi?"
Öfkeli olmadığı anlarda ya da az da olsa sakin kalarak zor bir durumla başa çıktığında ergen takdir edilmelidir.

Kaynak:
Carter,L., Minirth,F., The Anger Workbook.
Kökdemir,H., Öfke ve Öfke Kontrolü.
Lerner,H., Öfke Dansı.
Navaro,L., Beni Duyuyor musun?

 

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Meslek Seçimi Neden Önemlidir?
Meslek, kişilerin belli bir eğitim sonucu edindikleri ve hayatlarını sürdürebilmek için yaptıkları düzenli ve kurallı faaliyetler bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında meslek seçmek yaşam biçimini seçmek demektir. Bu durumda kişiler mesleklerini belirlerken gelecekteki yaşamlarının bir çok yönünü de belirlemiş olacaktır.
Peki ne yapmak gerekir?
Kendinizi tanımalısınız!
Kişi ilgi, yetenek ve kapasitesini, belirgin kişilik özelliklerini, beden yapısını bilmelidir.
Kendisini tanımayan kişinin ne olmak istediğine karar vermesi oldukça zordur. Kişi kendine;
BENİM NE GİBİ ÖZELLİKLERİM VAR?
BEN NE YAPABİLİRİM?
HAYATTAN NE BEKLİYORUM?

Sorularını sormalı ve sağlıklı, gerçekçi bir şekilde cevap vermelidir.
Meslekleri tanımalısınız!
Meslekler hakkında yeterli bilgi sahibi olduğunuzda kendi kişiliğinizle hangi mesleğin paralel olduğunu daha iyi görebilirsiniz.
- Nelere dikkat etmeliyiz?
Mesleğin aradığı koşullar; bilgisayar, yabancı dil, ehliyet, askerlik durumları vb.
Çalışma ortamı; açık alan, kapalı mekan, büro, fabrika vb.
Sosyal güvencesi; SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı.
Ek İmkanları; yemek, yol, prim.
Ayrıca meslekte yükselme imkanları; incelenmelidir.
Tüm meslekler hakkında bilgi edinemezseniz bile mutlaka seçmeyi düşündüğünüz meslek hakkında bilgi edinmelisiniz. Birey, kişiliğine uygun meslek tercih ettiğinde ona ulaşmak için elinden geleni yapacak ve elde ettiğinde mutlu, başarılı ve verimli olacaktır.
Sonuç olarak kişiliğinize de uygun mesleği seçtikten sonra bu mesleği yapmak için sıra uygun bir yüksek eğitim programını seçmeye yöneliyor.
Yetenekler
Sözel Yetenek
1. Sözel Akıcılık: Zengin bir sözcük bilgisine ve çağrışım zenginliğine sahip olma, duygu ve düşünceleri değişik sözcükler kullanarak etkileyici bir biçimde ifade edebilme, akıcı bir üslupla konuşma ve yazma, sözcüklerle orijinal ve etkileyici kompozisyonlar oluşturma.
2. Sözel Akıl Yürütme: Sözcükler ve/veya ifadeler arasındaki benzerlik ve farkları görebilme, okuduğunu anlayabilme, düşünceleri açık ve anlaşılır bir biçimde aktarabilme.
Sayısal Yetenek
3. Hesaplama: Sayılarla dört işleme dayalı hesaplamaları çabuk ve doğru bir biçimde yapabilme, bir işlemdeki hatayı kolayca bulabilme.
4. Sayısal Akıl Yürütme: Matematik ilke ve kavramları kullanarak problemleri çözebilme, cebir işlemleri yapabilme.
Şekil ve Uzay Yeteneği
5. Şekil Algısı: Nesnelerin, resimlerin veya geometrik şekillerin detaylarını algılama; nesneler, resimler ve şekiller arasında gölge, genişlik, boy vb. özellikler yönünden farkları görebilme.
6. Uzay İlişkileri: Bir şeklin düzlem üzerinde ya da bir cismin uzayda döndürülmesi ile alacağı biçimi göz önünde canlandırabilme; açılımı verilmiş bir cismin kapalı halini görebilme veya tersini yapabilme.
7. Renk Algısı: Renkleri tanıma, renklerdeki benzerlik ve farkları algılama veya aynı renkteki iki cisimde ton farkını görebilme, zıt ve uyumlu renk kombinasyonlarını yapabilme.
8. Bellek: Sözcükleri, sayıları, sembolleri çabucak belleme ve uzun süre bellekte tutabilme.
9. Ayrıntıya Dikkat: Çevredeki şekillerin, cisimlerin eşya veya durumların özelliklerini, aralarındaki farkları çabucak ve doğru bir şekilde algılayabilme.
10. Mekanik Yetenek: Bir alet veya makinenin çeşitli parçaları arasındaki ilişkiyi, bir aletin işleyişindeki temel ilkeyi görebilme, bir aleti işletebilme, onarabilme, bilinen bir modele göre bir aleti kurabilme.
11. El Becerisi: Elleri ve kolları kolaylıkla ve ustalıkla hareket ettirebilme, nesneleri kaldırma, döndürme ve yerleştirme hareketlerini çabuk ve düzgün bir biçimde yapabilme.
12. Parmak Becerisi: Parmakları doğru ve hızlı bir biçimde kullanarak küçük objeler üzerinde çalışma; çok ince işleri yapabilme.
13. El-Göz İşbirliği: El ve gözü birbiriyle uyum halinde ve hızlı bir biçimde kullanabilme, ipliği iğne deliğinden geçirme gibi hareketleri çabucak yapabilme.
14. Analitik Düşünme: Bir bütünü öğelerine ayırabilme, parçaların birbiri ile ve bütünle ilişkilerini görebilme.
İlgiler ve Uygun Meslekler
1. Matematik İlgisi: Sayılar, matematik ve mantık sembolleri ile işlemler yapmaya ilgi duyuyorsanız; Mühendislik, Matematik, İstatistik, İşletme, Ekonomi, Muhasebe, Bankacılık gibi bölümler,
2. Temel Bilim İlgisi ( 1 ): Fizik ve Astronomiye ilgi duyuyorsanız; Petrol Müh., Fiziki Antropoloji, Seramik, Astronomi, Uzay Bilimleri, Nükleer Enerji Mühendisliği gibi bölümler,
3. Temel Bilim İlgisi ( 2 ): Kimya ve Biyoloji gibi konulara ilgi duyuyorsanız; Diş Hekimliği, Fizik Tedavi, Tekstil Müh., Veterinerlik, Tıbbi Bilimler, Su Ürünleri; Genetik, Eczacılık, Gıda Bilimi, Fizik, Kimya, Biyoloji öğretmenlikleri gibi bölümleri,
4. Sosyal Bilim İlgisi: Sosyoloji, Psikoloji, Coğrafya gibi konularla ilgiliyseniz; Psikoloji, Sosyoloji, Sağlık İdaresi, Gazetecilik, Halkla İlişkiler, Tarih , Felsefe, Sosyal Antropoloji, Arşivcilik gibi bölümleri,
5. İnsan Bilimleri İlgisi: Tarih, Arkeoloji, Felsefe gibi alanlara ilgi duyuyorsanız; Fen Edebiyat fakültelerinden bu bölümleri,
6.Canlı Varlık İlgisi: Canlı varlıkların yaşayışını incelemek ve onlarla uğraşmak ilginizi çekiyorsa; Tıp, Hemşirelik, Diş Hekimliği, Ebelik, Veterinerlik, Su Ürünleri, Ziraat, Biyoloji, Genetik gibi bölümleri,
7. Mekanik İlgisi: Çeşitli alet ve makinelerin işleyişi ilginizi çekiyorsa; Bilgisayar, Uçak, Gemi, Elektronik Mühendisliği gibi bölümleri,
8. İkna İlgisi: Başkalarının düşüncelerini aktarmak, belli bir amacı gerçekleştirmek için başkalarını etkilemek ilginizi çekiyorsa, Hukuk, İşletme, Öğretmenlik, Sinema TV, Psikoloji, Gazetecilik, Halkla İlişkiler, Radyo TV., Turizm İşletmeciliği, İşletmecilik gibi bölümleri,
9. Ticaret İlgisi:Alım satım işleriyle uğraşmak, ticaret yoluyla kar elde etmek, bir malı müşteriye tanıtma ve satma gibi faaliyetlerde bulunmak ilginizi çekiyorsa; Sağlık Kurumları İşletmeciliği; İşletme; İnşaat, Tekstil, Sigortacılık gibi bölümleri,
10. İş Ayrıntıları İlgisi: Ayrıntılar üzerinde çalışmak, her işi günü gününe yapmak, bir yazıyı ya da hesabı inceden inceye kontrol etmek, her şeyi düzenli tutmak ilginizi çekiyorsa; Matematik, Astronomi, Bilgisayar, Elektronik, Peyzaj Mimarlığı, Maliye, İşletme, İktisat, Moleküler Biyoloji, Biyoloji, Fizik Mühendisliği, Mimarlık, Nükleer Enerji, Arşivcilik, Felsefe, Tarih, Tıbbi Dökümantasyon, Bilgisayar Tasarım ve Çizim, Bilgisayar Programcılığı, Sanat Alanları, Matbaa, Seramik, Muhasebe gibi bölümleri,
11. Edebiyat İlgisi: Her türlü edebi eseri okumak, incelemek, eleştirmek ve edebi eserler yazmak ilginizi çekiyorsa; Gazetecilik, Halkla İlişkiler, Dil Ve Edebiyat Bölümü, Felsefe, Kütüphanecilik, Tarih, İletişim Sanatları, Sinema-TV, Tiyatro gibi bölümleri,
12. Güzel Sanatlar İlgisi: Resim, Heykel gibi plastik sanatlar ve el sanatları ile ilgili eserleri incelemek veya bu tür eserler ortaya koymak ilginizi çekiyorsa; Sanat Tarihi, Fotoğrafçılık, El Sanatları, Güzel Sanatlar, Heykel, İç Mimari, Resim, Seramik Sanatları, Süsleme, Dekorasyon, Tiyatro gibi bölümleri,
13. Müzik İlgisi: Müzik dinlemek, bir müzik aleti çalmak ve beste yapmak ilginizi çekiyorsa; Müzik Öğretmenliği, Konservatuvar, Müzik gibi bölümleri,
14. Sosyal Yardım İlgisi: Hasta, yoksul ve sakat insanlara yardım etmek ve onların sıkıntılarını azaltmak ilginizi çekiyorsa; Tıp; Fizik Tedavi, Hemşirelik, Çocuk Sağlığı Ve Eğitimi, Psikolojik Danışmanlık, Psikoloji, Sosyal Hizmetler, Zihinsel ve İşitme Engelliler Öğretmenliği gibi bölümleri tercih edebilirsiniz.

Aznif GÜRGEN
Psikolojik Danışman

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

İNTERNETTE UYUŞTURUCU ETKİSİ


Nöropsikiyatri Hastanesi psikiyatristlerinden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sanal alıştırıcı olan bilgisayarın ve internet ortamının fizyolojik bağımlılık yaptığının bugün kesinlik kazandığını bildirdi. İnternet ve bilgisayar bağımlılığını olağan bağımlılık kriterlerini karşılayacak şekilde bilgisayarla ve sunduğu görüntülerle yoğun bir biçimde meşgul olma durumu olarak tanımlayan Tarhan, bağımlılığın tanı ölçütlerini şöyle anlattı: "İnternetle aşırı zihinsel uğraş, istenilen keyfi almak için giderek daha fazla oranda internet kullanımına ihtiyacı duyma, internet kullanımını tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması, internet kullanımını kontrol etme ya da tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması, internet kullanımının azaltılması halinde çökkünlük ve kızgınlık hissetme, başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma, başkalarına internette kalma süresi konusunda yalan söyleme, interneti problemlerden kaçmak veya olumsuz duygulardan uzaklaşmak için kullanma."

Sanal bağımlılıkların, tıpkı diğer bağımlılıklar gibi beyinde ödül ve ceza sistemini bozduğunu belirten Tarhan, "Sanal bağımlılarda madde bağımlılığında olduğu gibi beyinde azalmış etkinin aynısına rastlanıyor. Yani kişi interneti kullandıkça, kokain alan kişinin aldığı dozun yetmemesi gibi gittikçe daha fazla kullanmak istiyor" diye konuştu. Yapılan araştırmalarda, aşırı internet kullanımının beyinde oluşturduğu zararın kokain ve eroinin oluşturduğu zararla aynı olduğu belirlendiğini de bildiren Tarhan, "İnternet ve bilgisayarın aşırı kullanımı beyinde madde bağımlılığına benzer narkotik bir etki oluşturur. 24 saat bilgisayar başında kalmaya çalışan, yeme-içme ve diğer ihtiyaçlarını klavye önünde gidermeyi tercih edenlerin bir süre sonra beyin kimyaları madde bağımlılarında olduğu gibi bozulur" açıklamasında bulundu.

İleri düzey sanal bağımlılığı olanların tedavisinde hastaneye yatırarak tedavi etmeye başladıklarını belirten Tarhan, şu bilgileri verdi: "İlaçlarla tedavi ettikten sonra, daha sonra zarar algısı oluşturuyoruz kişide. Kaybedeceklerini söylüyoruz. İnternet bağımlılığı, diğer madde bağımlılıklarına göre çok daha çabuk düzeliyor. Beyindeki o bozulma hızla toparlanıyor. Ancak bu evde kendi kendine yapılamıyor. Bunu interneti kontrol kullanım, uzaklaştırarak davranış terapileri ile yapıyoruz. Tedavimizde bağımlılıktaki genel ilaçlarla tedavi ediyoruz."

BAĞIMLILIK NASIL BAŞLAR?

Prof. Dr. Tarhan, anne ve babaların "Aman çocuğum benim gözümün önümde olsun. Dışarıda gidip kiminle beraber olduğunu bilmiyorum" diyerek çocuklarının internet kullanımına bir kısıtlama getirmediklerini söyledi.

Çocukların da ailelerin de onayladığı bu güvenli ortamda kimliklerini saklayarak, farklı kimliklerde aşırı özgürlükler içinde sorumsuzca ve yapay ilişkiler içine girebildiğine dikkati çeken Tarhan, şöyle konuştu: "Genelde de problemlerden kaçmak ve olumsuz duyguları gidermek için internet kullanılıyor. Daha çok sosyal ve sanal bir paylaşım oluşturuyorlar. Bu belli bir amaca yönelikse faydalı, sakıncası olmuyor. Ama amaçsız ve yaşamındaki öncelikleri ihmal ederek zaman geçiriyorsa, bunu amaca yönelik yapmıyorsa böyle durumlarda risk ortaya çıkıyor. Kokain kullanımı yasa dışı. Başlaması ve ulaşması kolay değil. Ancak internet öyle değil. Bu durum, kontrolden çıktığında da aileden ve çevreden kopukluklar başlıyor."

AİLEYE DÜŞEN GÖREVLER

İnternet bağımlılığında, ailelere büyük işler düştüğünü vurgulayan Tarhan, ev içi iletişim eksikliğinin bağımlılığın nedenlerinden biri olduğunu kaydetti. Tarhan, söyle devam etti: "Çocuk eve gelir gelmez interneti açıyor, aile bireyleri arasında sohbet yok, paylaşım yok. Anne baba geçimsizse evde devamlı bir gerilim havası varsa, sıcak bir yuva yoksa çocuklar internete girerek kendilerini orada ifade edip rahatlamaya çalışıyorlar. Çocuk, eğer aile bireyleriyle birlikte zaman geçirebiliyor, arkadaşlarıyla yeterince iyi diyaloglar kurabiliyor, spor etkinliklerine katılıyorsa internetin bağımlılık haline gelmesi daha da azalıyor. Sorunun çözümü için çocukları grup aktivitelerine ,sosyal aktivitelere yönlendirmek gerekiyor."

ÇOCUKLAR BAĞIMLI OLMADAN YAPILACAKLAR

Çocukların internet bağımlısı olmaların önüne geçmek için internet üzerinden çocuklarla sohbet etmenin, yanlışları konuşmanın iyi bir yöntem olabileceğini vurgulayan Tarhan, "İnternette çocuğu bekleyen muhtemel riskler nelerdir? Çocuk internete ilk girdiğinde çocukta zarar algısı oluşabilecek durumları abartı olmayan örneklerle anlatmak gerekir. İnternetin yararlı durumlar için nasıl kullanılabileceği anlatılabilir" dedi. Modemin, bilgisayarın fişini çekmek gibi bir takım davranışların olumsuz durumları da beraberinde getirebileceği uyarısında bulunan Tarhan, "Zaman zaman karşılaşıyoruz, aile bireyi bilgisayarları kaldırıyor. Çocuk ise sabah beşte kalkıp bilgisayarı yeniden monte ediyor. Modemi elinden alındığı için intihara kalkan çocuklar var. İnterneti kontrolsüz kullandığı için yöneticilerin işine son verdiği örnekler var. Bazı internette oynanan oyunlar nedeniyle işlerinden kovulan insanlar var" dedi.

Ailelerin çocuklarına internet konusundaki eğitimleri özellikle 10 yaş öncesi vermeleri tavsiyesinde bulunan Tarhan, bu yaştan önce çocuğu disipline etmenin, bazı konuları beceri haline getirmenin daha kolay olduğunu söyledi.

Kaynak: www.tumgazeteler.com

 

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

OKULA DÖNÜŞ
Ev ortamı gibi rahat bir hayattan, kurallarla dolu okul hayatına adım atmaya hazırlanmak, her çocuk için problem teşkil etmektedir. Farklı elbiseler, yeni arkadaşlar, çeşit çeşit defterler, rengârenk kalemler, türlü oyunlar, çocuklar için yeni bir dünyaya adım atmak anlamına gelmektedir.
Çocuklarından önce ebeveynlerinin bu duruma hazır olmaları gerekmektedir. Zira çocukların bu dönemde karşılaşabilecekleri problemleri önceden kestirmek ve bilinçli bir şekilde onlarla baş edebilmenin yollarını aramak önemlidir.
Okul korkusu nedir?
Okul korkusu, okul çağı içindeki çocuğun okula gitmeme yönünde direnmesi, arkadaşlarını kabul etmemesi ve ağlamak gibi tepkiler geliştirmesidir. Okul korkusu, kızlar ve erkeklerde eşit oranlarda görülmektedir. Bu korku, çocuğun eğitim alacağı ortama uyum sağlamasını engellemektedir. Çocuklar için korku, yaşama adapte olabilmenin, kaygı veren durumlarla baş edebilmenin yöntemlerinden biridir. Okul korkusu, hızlı ele alınıp gerekli müdahaleler yapıldığı takdirde çabuk atlatılabilmektedir.
Her yeni durumun uyum sorunu yaşatıyor olması normaldir. Anneden ayrılık deneyimini ilk defa anaokulu döneminde yaşayan çocuklar, bu dönemde okulun içine girmeye ikna olmakta zorlanırlar ve tedirgin olurlar. Normal gelişim gösteren bir çocukta bu durum kabul edilebilir; ancak sorun, okula başlamakla ilgili değildir. Anne ve çocuk arasındaki bağımlı ilişki kapsamında annenin çocuğun bireyselleşmesine izin vermemesi, bir bakıma annenin de çocuğa bağımlı olması, ev içinde baskılı-kaygılı ortamların olması, yeni bir kardeşin gelmesi, çocuğun bu süreci henüz anlayamamış olması, anne ve babanın çok kaygılı kişiler olmaları, aile içinde bir yakının kaybı ve hastalıklar gibi birçok faktör de etkili olabilmektedir. Çocuğun okula başlamadan önceki dönemde arkadaş deneyimlerinin niteliği, duygularını ve düşüncelerini anlatmada desteklenmiş olması, bu dönemdeki zorlukları atlatmada önemli deneyimler oluşturmaktadır.
Bağımlı, ilişki kuramayan, arkadaşları ile oyunu reddeden, anne ile ilişkisi sağlıklı organize edilememiş bir çocuğun okula başlarken sorun yaşaması beklenilebilmektedir. Bu çocuklarda ilgi ve enerji kaybı, sinirlilik, içe kapanık olma durumu, nedensiz ağlama, baş ve karın ağrılarından yakınma gözlemlenebilmektedir.
Okula karşı negatif duygular beslememeleri için çocuklara, okul ile ilgili gerçekçi bilgiler verilmelidir. Okula başlama dönemi öncesinde anne çocuğu farklı arkadaşlıklar kurması için cesaretlendirebilir ayrıca çocuğun güven duyabileceği başka aile bireyleri kendi okul deneyimlerini çocuğa aktarabilirler. Okulun öğrenme eyleminin dışında çocuğa keyifli gelebilecek yönlerinin de anlatılması faydalı olabilir. Çocuk psikolojisiyle ilgilenen uzmanlar olarak, anne-babalara genel olarak, çocuğun bireysel becerilerini geliştirmesini, kendi başına giyinip soyunabilmesini, yardımsız yemek yeme gibi becerileri kazanmış olmasını öneriyoruz. Ayrıca her anne baba, çocuğunu her dönemde etkin bir şekilde dinlemeli ve kaygılarının olabileceğini kabul etmelidir.
Bu korkuya yakalanan çocuğa aile ne yapmalı?
Çocuğun okula gitme ile ilgili bütün kaygıları dinlenmeli, okul ile ilgili duygu ve düşünceleri anlamaya çalışılmalıdır. Okul korkusunun çocuktan olduğu kadar okul ve öğretmen tutumlarından da kaynaklanabileceği, unutulmaması gerekir. Okula gitme ile ilgili aile bireyleri ortak tutum içinde olmalı ve çocuğun okula gitmemesine izin verilmemelidir. Her anne ve baba çocuğuna kaygılarını anladığını, bu kaygıların zamanla geçeceğini ve okulda öğrendiklerinin kendileri için de önemli olduğunu vurgulamalıdır. Ayrıca uzun vedalaşmalardan, kişisel kaygıların yansıtılmasından kaçınılmalıdır. Ev içinde de çocuğun anne-babaya bağımlı olması azaltılmaya çalışılmalı, kendi başına bulduğu uğraşlar konusunda destek olunmalı, tek başına da oynayabileceği oyuncaklar ve oyunlar alınmalıdır. Ebeveynler, okullar başlamadan önce okul alışverişini çocuk ile birlikte yapmalıdır. Anne-baba dikkatli olmalı ve bu dönem içinde olabilecek bütün sorunlardan yayınlar vasıtası ile haberdar olmalıdır. Çünkü problemi çabuk fark etmek ve doğru müdahale etmek çözümü de çabuk getirmektedir.
Öğretmenler ne yapmalılar?
Bu dönemde öğretmenlerin duyarlı olmaları gerekmektedir. Öğretileni yapamıyor olmasının çocukta kaygı uyandıracağı unutulmamalı ve öncelikli olarak öğretmek kaygısı taşınmamalıdır. Önce çocuğun sıkıntısının ne olduğu sorulmalı ve bu konuda yardım edilebileceği anlatılmalıdır. Katı tutum, bu sorunları artırmaktadır. Öğretmen, çocuğa okula gelmesi gerektiğini ve onun öğrenmesini önemsediğini anlatmalıdır.
Okul korkusu, anaokuluna başlanan 3-5 yaş döneminde yoğun yaşanabilmektedir. İlkokula başlangıç, yine bu korkunun görüldüğü ikinci dönemdir. Daha yüksek sınıflarda 12-14 yaş döneminde de ortaya çıkabilmektedir.
Bu dönemde çocuğun bireysel gelişimine de önem verilir,, anne-çocuk ilişkisi doğru organize edilirse tekrar ortaya çıkmayabilir. Ancak çocuğun eve bağımlılığı desteklenir, okula gitmeme ile ilgili istekleri desteklenilirse tekrar bu sorunlar yaşanabilmektedir.
Anaokulunda ilk gün stresi nasıl atlatılır?
Her okula başlayan çocuk aynı tepkiyi göstermez. Anaokuluna başlayan çocukların zaman ve uzaklık kavramı tam oturmadığı için ilk kaygıları bu yönde olur.
o Evimize ne kadar uzaklıktayım?
o Annem beni alacak mı?
o Bu çocukları tanımıyorum.
o İhtiyaçlarımı kime söyleyeceğim, yardım ederler mi?
o Ev kuralsız bir yerdi. Her şeyi kuralla yapacak olmak sıkıcı.
Çocuk, bu soruların cevaplarını yaşayarak öğreneceği için kaygıları da yüksek olmaktadır. İlk gün okulda 1-2 saat kalmak, annenin onu ne zaman alacağını saat üzerinden göstermesi, öğretmenle tanıştırıp, nasıl yardımlar isteyeceğini anlatması çıkacak sorunları azaltabilmektedir. İlk birkaç gün çocuğun görebileceği bir yerde oturup oradan ayrılmamak da yararlı olabilmektedir.
Adaptasyon süreci
Daha önce okula gitmemiş bir çocuk için 10 günü aşan ve hiç azalmayan uyum sorunları varsa bir uzmanla işbirliği yapılmalıdır. Daha önce anaokuluna gitmiş çocuklarda uzun tatil sonrasında okula dönüş güç olabilir ama okul tanıdıkları bir yer olduğu için, burada yaşanan kaygı daha kısa sürede atlatılabilmektedir. Taviz vermeden eski düzeni içinde çocuğun anaokuluna gidip gelmesi sağlanmalı ve çocuğun evde kalmasına izin verilmemelidir.
Çocuğa ilgisiz olmak ya da aşırı derecede ilgi göstermek çocuğun duygusal ve bilişsel gelişimini geciktirmekle birlikte öğrenme ve uyum sorunlarını yaşamasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Ödev sorumluluğu kazandırılmalı
Her anne baba çocuklarının ödevleri ile ilgilenmelidir. Çünkü onların sorunlarına yardımcı olmak, beraber sorunların üstesinden gelmek çocukların hoşlarına gitmektedir. Ödevlerinde anlamadıkları yerlerde yardım isteyebilecekleri söylenmeli, yol gösteren kişi olunmalıdır. Okula başlanılan ilk birkaç hafta, okuldan evde yapılması için herhangi bir ödev verilip verilmediği sorulmalıdır. Ancak ödevi yapması için ısrarcı olunmamalıdır. Yapmadan gittiği takdirde öğretmenine nedenlerini kendisi anlatmalıdır. Çocuk okuldan geldiği ilk 2 saat içinde ödevlerini tamamlamalıdır.

Kaynak: Amerikan Hastanesi Pediatri Bölümü

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

ANNE BABA TUTUMLARI


ÇOCUK YETİŞTİRME, anne karnında başlar, bebekken şekillenir... Sosyal uyum üzerine yapılan çalışmalar göstermiştir ki ailenin, çocuk üzerindeki ilk etkileri son derece önemlidir. Çocuğun anne-babadan aldığı iki şey vardır:
1-SEVGİ: Kabullenme, koruma, kollama ve sevecenlik gibi bütün Olumlu Duyguları içerir.
2-EĞİTİM: Öğretilen her şeyi, verilen bilgileri, becerileri, yasakları, kuralları, inançları, değer yargılarını, görgü kurallarını ve insanın sosyalleşmesi için gerekli olan tüm toplumsal değerleri kapsar.
Kişilik gelişimi ve yapılanmasında temel, çocukluk döneminde atılmakta olup Aileler çocuklarına karşı geliştirmiş oldukları tutum ile ona şekil vermektedir. Anne-Baba tutuu; ailenin çocuğuna verdiği SEVGİ ve EĞİTİM 'in aşırı ya da yetersiz oluşuna göre KORUYUCU, İLGİSİZ, REDDEDİCİ, OTORİTER, GEVŞEK, MÜKEMMELLİYETÇİ, DENGESİZ şeklinde tanımlanmaktadır.
AİLE TUTUMLARI;
KORUYUCU ANNE-BABATUTUMU
Aşırı sevgi tutumunda yani KORUYUCU ANNE-BABA TUTUMU' nda aile çocuğu sevgiye boğucu, onu çok koruyucu ve aşırı kollayıcıdır. Koruyucu Tutum daha çok anne-çocuk arasında gözlenir. Geç kavuşulan, aşırı istenilen, tek çocuk, tek erkek/tek kız çocuklar genellikle bu abartılmış sevginin odak noktası olurlar. Bu tip aileler çocuklarının üzerine titrerler. Ağlamasın, üşümesin, terlemesin, hasta olmasın, yorulup incinmesin, mikrop kapmasın diye aile üyeleri ellerinden gelen tüm gayreti gösterir. Çocuk adeta bir cam fanus içinde büyütülür. Bu ailede çocuk, büyüdüğü halde anne çocuğuyla yatmak ister. Sebep olarak da geceleyin çocuk korkulu rüya görür de korkarsa ben onun sesini duyamam, yanında olamam diye söyler. Anne bu tür davranışıyla çocuğuna olan derin sevgisini dile getirdiğini ve çocuğuna yardım ettiğini düşünmektedir. Gerçekte çocuğunu kendine aşırı bağımlı yaparak kendisini değerli ve eşi bulunmaz hissetmektedir. Çünkü çocuk en ufak davranışta bile annesinin fikrini almaktadır. Burada her türlü kararı çocuk yerine aile alır. Bu tutum içindeki anne babalar ergenlik çağında bulunan çocuklarına bile kendileri banyo yaptırmak ister, hatta çocuğun veya gencin kıyafetini kendi seçer. Aşırı koruyucu anne, çocuğunun büyüdüğünü ve olgunlaşabildiğini asla kabul etmek istemez. Çocuğuna derin duygusal bağla bağlanır, çocuğu için sebepsiz yere aşırı kaygı içindedir ki bu kaygı da onları çocuklarını aşırı korumaya yönlendirir.
KORUYUCU TUTUMLA YETİŞEN ÇOCUKLAR;
*Her sorun anne-baba tarafından çözülmüş, çocuk bunları yaşama ve öğrenme fırsatı bulamamıştır.
*Çocuk kendini ve hayatı tanıyamaz.
*Neyi yapıp neyi yapamadığını bilemez.
*Aşırı bağımlı, pasif, beceriksiz ve özgüvensizdir.
Sevgi yetersizliğin en aşırı ucu, çocuğu terk etmek veya kabullenmemektir. Yetersiz sevginin, aşırı sevgiye göre sonuçları daha ağır olmaktadır. Sevgi yetersizliği veya yokluğu, REDDEDİCİ veya İLGİSİZ ANNE BABA TUTUMU' nu oluşturmaktadır.
REDDEDİCİ ANNE-BABA TUTUMU
Burada, çocuğa karşı adeta düşmanmış gibi davranılır, çocuğun başaramadıkları üzerinde durulur ve çocuk yoğun eleştiriler alır. Bazen sadece anne bazen de sadece baba çocuğa karşı reddedici tutumlar sergiler. Anne baba çocuğuna karşı sevgisini asla göstermemekte, çocuğunu anlamamakta ve onu kurallarla, soğuk davranışlarla ve emirlerle yönetmeye çalışmaktadır.
REDDEDİCİ TUTUMLA YETİŞEN ÇOCUK
*Kaygılı ve güvensizdir
*Tutarsız bir kişiliktedir
*Suç işlemeye meyillidir
*Saldırgan ve İsyankar olabilirler
*İnsanlarla iyi ilişki kuramazlar ve arkadaş bulmakta zorlanırlar
*İnsanların haklarına saygı göstermezler
İLGİSİZ ANNE BABA TUTUMU
Burada ise; çocuğun varlığı ile yokluğu belli değildir. Çocuk anne babayı rahatsız etmediği sürece çocukla ilgili problem yoktur, çocuk anne babayı rahatsız ederse o zaman çocuk ile ilgili gündem oluşur ki bu gündem daha çok şikayetlerle doludur. Burada anne-baba-çocuk arasında iletişim kopukluğu vardır.
İLGİSİZ TUTUMLA YETİŞEN ÇOCUK
*Öz güven sorunu yaşar
*Dikkat çekmek için etrafına zarar verebilir
*İnsanlarla İlişki kuramaması sonucu Sosyal gelişmesinde gecikme ve saldırganlık sergileyebilir.
*Hayattan ve kendisinden beklentisi olmaz
OTORİTER TUTUM
Sıkı eğitim, çocuğa olur olmaz yasaklar koyma ve yaşanmaz kurallar ile çocuğu yetiştirmedir. Sıkı eğitim ve disiplin uygulayan yani OTORİTER TUTUM gösteren anne-babalar çocuğu kendi tasarladığı bir kalıba göre yetiştirmek amacını güderler. Çocuğun hata ve yanlış yapma hakkı yoktur. Çocuk sıkı bir denetim altında tutularak en küçük yanılgı ve hataları gözden kaçmamakta, bunların üzerinde önemle durulmakta ve düzeltilmesi istenmektedir. Çocuktan kurallara sorgulamadan uyması beklenir. Böyle aileler fiziksel cezayı ön planda kullanmakta ve çocuklara kendilerini yönetme fırsatı vermemektedir. Yaptırım gücü anne babadadır. Anne baba isteklerinden ödün vermez çünkü onlar hep haklıdır. Çocuğunu anlama onun seviyesine inme çabasını göstermezler.
OTORİTER TUTUMLA YETİŞEN ÇOCUK
*Stresli ve tedirgin
*Özgüveni hemen hemen yok gibidir
*Sürekli eleştirildiği için aşağılık duygusu geliştirebilir
*Kibar, sessiz, uslu, dürüst olmasına rağmen küskün, çekingen, kolay etkilenebilen, huysuz ve aşırı hassas bir yapıya sahip olabilmektedir.
*Boyun eğici ya da tam tersi isyankar da olabilir
AŞIRI SEVGİ VE SIKI EĞİTİM:
Burada sevgi, aynı birinci tutumda olduğu gibi aşırı verici ve koruyucu bir davranışla sunulmaktadır. Ancak çocuğa bir bebek gibi bakıldığı halde, kendisinden beklenenler çoktur. Hiçbir şey esirgenmez; özel dersler aldırılır, çeşitli olanaklar sağlanır. Buna karşılık çocuktan ileri düzeyde başarı beklenir. Bu tutumla yetiştirilen çocukların nevrotik olma olasılıkları çok yüksektir. Bu beklenti, sevgi ile beraber sunulduğundan çoğunlukla çocuklar tarafından kolay benimsenir ve benliğe sindirilir. Bazen çocuk bu özellikleri çok sindirmiştir ve kendisini aşırı derecede kontrol eder; böylece acımasız bir üst benliğe sahip erişkin olarak yetişir.
AŞIRI DİSİPLİNSİZ TUTUM:
Bu tutumu gösteren ailelerde sevgi, çocuğa şımartılacak derecede çok verilir ve disiplin yok denecek kadar azdır. Çocuktan çok az şey beklenir Bu anlayışta "Her şeyi hoş gör; çocuktur her şeyi yapar; çocuk özgür olmalıdır; onun her dediğini yapın; ona sevgi verin yeterlidir" şeklinde yüzeysel ve asılsız öğretiler vardır. Bu tutumda çocuğun olumsuz davranışları aşırı hoşgörü ile karşılanır. Aile doğruyu ve yanlışı çocuğunun yaparak yaşayarak öğrenmesini ister. Aile içinde çocuğun hakları sınırsızdır. Kurallara uyması beklenmez. Anne baba çocuğunun yanlış davranışını görmekte ama "İYİ EĞİTİM BASKICI DEĞİL, ÖZGÜR OLMALIDIR" düşüncesinden dolayı çocuğa sınırsız özgürlük tanınmaktadır.Bu tutumda anne babanın görevi çocuklarına hizmet etmek onları mutlu etmektir.Çocukları mutlu olsun diye isteklerine kayıtsız şartsız uyarlar. Böyle anne baba hoşgörülü tutumlarından kolay kolay ayrılmak istemezler. Çünkü çocuğa dilediğini vermenin ona karşı koymaktan daha kolay olduğu düşüncesine sahiptirler.
AŞIRI DİSİPLİNSİZ TUTUMLA YETİŞTİRİLEN ÇOCUKLAR
*Bencil, sabırsız ve anlayışsız
*Şımarık,
*Her isteğinin yapılmasını ister
*Devamlı birilerinden hizmet bekler
*Toplumun kurallarını öğrenmede güçlük çekerler. Vurucu, kırıcı ve saldırgan davranışlar sergiler.
*Bu tarz yetiştirilen çocuklar genellikle erişkinlik yaşamlarında sorumluluk taşımayan, hep alıcı bireyler olarak karşımıza çıkar.
YETERSİZ SEVGİ VE AŞIRI DİSİPLİN:
Sıkı eğitim vardır ve disiplin genellikle aşırı cezalarla uygulanır; en küçük şeyde cezalandırma (dayak, şiddet) yoluna gidilir. Çocuk çoğunlukla aşağılanır ve horlanır. Böyle yetiştirilen çocuklarda saldırgan ve anti sosyal davranışlara eğilim artar. Bu tür ailelerde büyüyen çocuklar, karşı çıkma ve saldırganlık gibi yollarla kendilerini kabul ettirmek isterler ve kendi iç dünyalarını açıklamakta zorlanırlar.
DİSİPLİNSİZ TUTUM VE YETERSİZ SEVGİ:
Çocuğa düşen sevgi ve ilgi payı azdır. Çocuğun eğitimi de yetersizdir.
Çocuk, kendi yolunu bulmaya çalışır. Çocuk yeterli sevgi ve bakım görmez. Böyle çocuklar pasif ve donukturlar.
Bu tutumda da disiplinsizlik söz konusudur, ancak disiplinsizliğin buradaki nedeni sorumsuzluk ve ilgisizliktir. Hazır olmadığı çağlarda bağımsızlığa zorlanır; bir an önce kendi kendisine yetmesi ve kendisine bakması beklenir.
DENGESİZ ve KARARSIZ ANNE-BABA TUTUMU:
Anne babalar aynı davranışı kimi zaman normal karşılarken kimi zaman da cezalandırabilirler. Bu durum daha ziyade anne ya da babanın o anki psikolojik durumu ile ilintilidir. Bu durumda da çocuk neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamamaktadır.
Tutarsız anne baba tutumlarından bir diğer tutum ise; anne için doğru olan bir şeyin baba için yanlış olması veya bunun tam tersi durumun oluşmasıdır. Tutarsız tutum gösteren ailelerde, eşler çocuğun yanında birbirlerini eleştirmekte de sakınca görmezler.
Bazı ailelerde ise Anne-babaların tutumu aşırı hoşgörü ile katı cezalandırmalar arasında gidip gelmektedir. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk hangi davranışın ne zaman ve nerede yapılacağını ayırt edemez. Tutarsızlık, bir günün bir güne uymaması biçiminde olabileceği gibi anne-babanın birbirine çok aykırı ceza ve eğitim anlayışlarının olmasından da kaynaklanabilir. Bu tutum sonucunda çocuklarda iç çatışmalar ve huzursuzluklar gelişir, ardından dengesiz ve tutarsız bir yapının oluştuğu gözlenir.
Bazen anne babalar çocuğun verdiği tepkilere nasıl davranması gerektiği konusunda kararsız kalabilmektedir. Bazen gülüp geçmekte bazen de acaba hatalı mıyız? Diye düşünmektedir.Bu tip ailelerde, çocuk söz dinlesin diye önce yumuşak konuşurlar, sabırları zorlanınca seslerini yükseltip tehditler savurmaya başlarlar. Sonra da kendini suçlu hisseden anne diz çöküp çocuktan özür diler. Dolayısıyla da çocuk hangi davranışının tepki alacağı konusunda bir fikir geliştiremez.
Tutarsız davranışlardan biri de kız-erkek çocuk ayırımıdır. Genelde erkek çocuklar kız çocuklara göre daha el üstünde tutulur, daha ayrıcalıklıdır. Bazı ailelerde ise bu durumun tersi de mümkün olmaktadır.
Büyük çocukların yetişme tarzı ile küçük çocukların yetişme tarzı arasında da farklılık görülmektedir. İLK ÇOCUKTA OTORİTER, KURALCI iken ORTANCA ÇOCUKTA BİRAZ DAHA ESNEK DAVRANILMAKTA, KÜÇÜK ÇOCUKTA ise DAHA SEVECEN ve HOŞGÖRÜLÜ olunmaktadır.KÜÇÜK ÇOCUKLARIN DAHA FAZLA KORUNDUĞU, BÜYÜK ÇOCUKLARA İSE ERKEN YAŞTA FAZLA SORUMLULUK YÜKLENDİĞİ DE diğer bir gerçek.
Bazı ailelerde ise ebeveyn-çocuk arasında diğer ebeveyne yönelik koalisyonlar da olmakta bu durum da çocuğun psiko-sosyal gelişiminde sakıncalara yol açmaktadır.
MÜKEMMELLİYETÇİ ANNE-BABA TUTUMU:
Bu tutumda, anne baba çocuklarından her şeyi beklerler,kendi gerçekleştiremedikleri şeyleri de çocuklarının gerçekleştirmesini beklerler.
YÜKSEK BAŞARI BEKLERLER, ÇOK İYİ RESİM YAPMALI, ŞARKI SÖYLEMELİ, İYİ KONUŞMALI, İYİ YÜZMELİ, KOŞMALI. LİDER OLMALI… ÖRNEK DAVRANIŞLAR SERGİLEYEN BİR ÇOCUK OLMALI.
Bu anne babalar ÇOCUKLARINI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEZLER, ÇOCUKLARININ KAPASİTELERİNİ ZORLARLAR, EKSİK OLAN KISIMLARINI ÖZEL DERSLERLE TELAFİ ETMEYE ÇALIŞIRLAR. ÇOCUĞA KALDIRAMAYACAĞI YÜKLER YÜKLERLER.ÇOCUĞUN YANLIŞ YAPMA HAKKI YOKTUR. ANNE BABALARIN KURALLARI ve KALIPLARI VARDIR, ÇOCUKLAR BU KURALLARA UYMAK ZORUNDADIR. KURALLARA UYMADIĞI ZAMAN ÖNCE DUYGUSAL SÖMÜRÜ "saçımı süpürge yaptım, hayırsız evlat…" İŞE YARAMAZSA FİZİKSEL ŞİDDET UYGULANMAKTADIR. Mükemmeliyetçi anne-baba tutumunda çocuklar tıpkı bir büyük gibi yetiştirilir, çocuğun arkadaşlarını bile aile seçer.Çocuk sürekli ailenin istediği kalıba uymak zorundadır.
MÜKEMMELLİYETÇİ TUTUMLA YETİŞTİRİLEN ÇOCUKLAR:
o AŞIRI TİTİZ/DAĞINIK
o ÖZGÜVENSİZ
o YANLIŞ YAPMAKTAN ÇEKİNİR
o BAŞARISIZLIK KARŞISINDA KOLAYCA HAYAL KIRIKLIĞI YAŞAR
o OKUL SIRASI HEP DERLİ TOPLU, DERS ARALARINDA ÖDEV YAPAN, GRUP ÇALIŞMALARINDAN ŞİKAYETÇİ, BİR İŞİ TAM YAPMAK İÇİN GÜNLER ÖNCESİNDE ÇALIŞMAYA BAŞLAR
SAĞLIKLI AİLE TUTUMU
SAĞLIKLI AİLE TUTUMUNDA slogan; GÜVEN VERİCİ OL, DESTEKLEYİCİ OL
Çocuğa şartsız sevgi verilir. Sorumlulukları vardır. Çocuğun uyması gereken kurallar ve sınırlar belirlenmiştir. Anne baba ve çocuk arasında sevgi ve saygıya dayanan güven verici, destekleyici bir iletişim vardır.
Sağlıklı AileTutumunda; Sevgi ve disiplin yani sınır temel öğelerdir.Bu çocuklar; Sorumluluk sahibi, çevresi ile dengeli ve uyumlu ilişkiler kurabilen,kendine güvenen, yaşamda başarıyı yakalamış insanlar olarak karşımıza çıkar. Bu çocuklar; daha özerk, daha bağımsız bir kişilik geliştirirler; kendi haklarını ve çıkarlarını koruyabildikleri gibi, işbirliği ve dayanışma içine girebilirler
SAĞLIKLI AİLE TUTUMUNDA;SEVGİ,SINIR ve SORUMLULUK çok önemlidir.
SINIRLAR NASIL KONMALI?
1.AŞAMA(Kendim ve çocuğum için ne istiyorum)Ondan neler beklediğinizi belirleyin
2.AŞAMA(Anne-Baba kurallar/sınırlar konusunda görüş birliğine varacak)
3.AŞAMA(Çocuğunuza kendisinden beklediğiniz davranışların ne olduğunu açık şekilde anlatın)
4.AŞAMA(Kurallar tutarlı bir biçimde uygulanacak ve ihlalinde yaptırımlar tutarlı biçimde uygulanacak)
SINIRLAR; *AÇIK ve NET OLMALI
*ANLAŞILABİLİR OLMALI
*ÇOCUK BÜYÜDÜKÇE YENİDEN AYARLANMALI
SINIRLAR;
ÇOK KISITLAYICI olursa; Öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller, İsyanı körükler
ÇOK GENİŞ olursa; Öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller, Aşırı denemeyi körükler
TUTARSIZ olursa; Öğrenme ve sorumluluk kazanmayı engeller,Deneme ve isyanı körükler DENGELİolursa;Öğrenme ve sorumluluk kazanmayı arttırır, İşbirliği yüreklendirir
AİLELERE ÖNERİLER
1-Çocuğunuza zaman ayırın.
2-Çocuğunuzla birlikte olduğunuz zaman tüm dikkatinizi ona yoğunlaştırın. Bu nedenle de, başka bir işle meşgulken değil, kendinizi rahat hissettiğinizde çocuğunuzla ilgilenerek, anne ya da baba olmanın keyfini çıkarın.
3-Çocuğu sevmek, ona bolca ve pahalı oyuncak almak değil onunla ortak faaliyetleri paylaşmak, ona zaman ayırmak, onunla oyun oynamaktır.
4-Aşağılamak, suçlamak, çocuk adına karar vermek yerine, çocuğunuzu dinleyin, gerçekten dinleyin ve bunu ona gösterin; çocuğunuzu dinlerken tv. izlemeyin, gazete okumayın, başka işlerle meşgul olmayın. Konuşurken göz teması kurun, çocuğun yüzüne bakın, aynı hizada olmaya dikkat edin.
5-Dinlendiğini düşünen çocuk kabul edildiğini, dolayısıyla sevildiğini düşünen çocuktur.
6-Göz kontağı kurarak, gülümseyerek kabul belirtisini beden diliyle pekiştirin. Böylelikle çocuk "kişiliğine saygı duyulduğunu" düşünerek iletişimini sürdürür.
7-Anne ve babasının kendisini dinlediğini gören çocuk duygularını ifade etme olanağı bulur. Aldığı tepkilerle "anlaşıldım" duygusunu yaşar. Böylelikle rahatlar.
8-Çocuğunuza karşı davranışlarınızda tutarlı olun. Kendi içinizde çelişkili davranışlarda bulunmanız ya da anne ve babanın birbiriyle çelişen biçimde davranması, çocuğu "doğruyu bulma" konusunda zorlar.
9-Çocuğunuzu başka çocuklarla karşılaştırmayın. Çocuk, anne babası tarafından önemsenmek, değerli bir insan olarak kabul edilmek ihtiyacındadır. Onun diğer çocuklarla karşılaştırılması, kendini değerli bir insan olarak görmesini engeller.
10-Çocuğunuzun yanında eşinizi asla kötülemeyin ve eleştirmeyin; eşinize olan kızgınlık, kırgınlık eleştiri içeren davranış ve sözlerini çocuklarınızın yanında yapmayın. Kendi kırgınlığınıza çocuklarımızı ortak etmeyin. Çocuk anne babanın birbirlerini kötülemesini, eleştirmesini istemez, birbirlerini sevip beğenmesini ister.
11- Çocuklarınızla sen dili ile değil ben dili ile konuşunun
12- Çocuğunuzun olumlu yönlerini ve başarılarını ön plana çıkarın. . Bizimki çok dağınık, çok yaramaz, bizi hiç dinlemiyor teyzesi vb ifadelerle çocuğun olumsuz özelliğini yoğunlaştırmış üstelik de kendinizi de kötü hissetmiş olursunuz. Çocuğunuzu koşulsuz sevin ; başarılı olursan seni severim, istediğim gibi olursan seni severim vb ifadelerden kaçının. Çocuklarınızı koşulsuz severseniz, onlara, hem kendilerini hem de insanları koşulsuz sevmeyi öğretirsiniz.

Kaynak: www.psikologum.org

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çalışan Anne ve Çocuk


Kadınların görevleri söz konusu olduğunda ilk akla gelenler annelik ve ev kadınlığıdır. Oysa, dünya kurulduğundan beri kadın, annelik ve ev işlerinin yanı sıra üretim hayatına katkıda bulunmuştur. Kadının üretim hayatında görev alması çok eski bir olgu ise de, kadının evinin dışında ücretli olarak çalışması oldukça yenidir.

Batıda sanayi devrimi ile erkekler toprak ve çiftlik işlerinden fabrika ve büro işlerine geçerken, kadınlar da kamu hizmetlerinde, büro işlerinde ve sanayi kesiminde görev almaya başlamışlardır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında da, savaşa giden erkeklerin yerini kadınların almasıyla, çalışan kadın sayısında büyük bir artış olmuştur. Bizde kadının toprak işlerinde çalışması eskidir, ancak ücretli olarak evinin dışında iş alması Kurtuluş Savaşı yıllarına rastlar. Kurtuluş Savaşı yıllarında erkeklerden boşalan işyerlerine geçmiştir. Savaş sona erince kadının iyi bir ev kadını, başarılı bir anne ve iyi bir eş olarak evine dönmesi beklenmişse de öyle olmamıştır. Kadınlarımız çalışma hayatındaki etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet sonrası sanayileşme, göç ve kentleşme gibi etkenler, sanayi kesiminde ve kamu hizmetlerinde çalışan kadın sayısını arttırmıştır. Bu dönemde öğretim gören kadınların da çoğalmasıyla, uzmanlaşmayı gerektiren alanlarda da kadınlar görülmeye başlanmıştır.

Yapılan araştırmalar, ülkemizde çalışan kadınların büyük çoğunluğunun ekonomik zorunluluk nedeniyle işgücüne katıldığını göstermektedir. Bizde kadınların çoğu aileyi geçindirmek veya aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaktadır. Ailesinin yaşam standardını yükseltmek, ailesinin refahını arttırmak için çalışanlarla, belli bir alanda öğrenim gördüğü veya belli bir alanda uzman olduğu için çalışanlar azınlıktadır. Ekonomik zorunluluk nedeniyle çalışan kadınlar, koşulları güç de olsa iş hayatlarını devam ettirmek için zorlanmaktadırlar. Çalışmak zorunda olmayan kadınlar ise aile düzenlerini bozan bir güçlük, annelik görevlerini aksatan bir zorluk ile karşılaştıklarında iş hayatını, ya belli bir süre için terk etmekte, ya da tamamen işten vazgeçmektedirler. Bizde evlilik ve annelik, kadının işini bırakmasında veya çalışma hayatına ara vermesinde başlıca etkenlerdir.

Çalışan kadın, çocuk yapmaya karar vermeden önce kendisine çocuğun bakımında kimin yardımcı olacağını düşünmek zorundadır. Bütün hamileliği de " Çocuğuma kim bacak?" sorusuna yanıt aramakla geçer. Çocuk sahibi olduktan sonra da kendisini bekleyen bir takım güçlüklerle karşılaşır.

İzin sorunu, çalışan kadının en önemli sorunlarındandır. Gerek doğumdan önce, gerekse doğumdan sonra yasal hakkı olarak kadına verilen izin süresi çok kısadır. Bizde kadın memura tanınan izin süresi, doğumdan önce üç hafta, doğumdan sonra altı haftadır. Kadın işçilerimiz için bu süre doğumdan önce altı hafta, doğumdan sonra altı haftadır. Bu süreler gerektiğinde doktor tarafından uzatabilmekte ise de, yeterli değildir. Doğum sonrası izin süresi annenin kendini toparlaması için yeterli olmadığı gibi, kadının annelik rolünü benimsemesi ve anneliğin zevkine varabilmesi için yeterli değildir.

Çocuğun ilk aylarda gerek biyolojik, gerek psikolojik açıdan annesine duyduğu ihtiyaç büyüktür. Çocuğun anne sütü ile beslenmesi, sağlığı açısından ne kadar önemliyse, duygusal gelişimi için de o kadar önemlidir. Ünlü uzman Bowlby'nin dediği gibi; " Yaşamın ilk yıllarında çocuğun bedensel gelişimi için vitamin ve protein ne kadar önemli ise, zihinsel ve duygusal gelişimi için anne sevgisi o kadar önemlidir [Pringle, 1981).
İzin süresi dolan annenin asıl sorunu; çocuğun bakımını kime devredeceğidir. Ülkemizde iş yerlerine bağlı kreş sayısının çok az olması, devletin açtığı gündüz bakım evlerinin nitelik ve nicelik açısından yetersiz oluşu, özel kurumların da çok pahalı olması, çaresizlik içinde olan anneyi, uygun olmayan çözümler bulmak zorunda bırakmaktadır. Çocuğun bir büyükanneye, bir ablaya veya bir komşuya teslim edilmesi, ücretli ancak bilgisiz bir bakıcı tarafından büyütülmesi gibi çareler en sık karşılaşılanlardır.

Çocuk Bakımında Çalışan Annelerin Başvurdukları Çözümler:


Annenin çalışmasının zorunlu olduğu hallerde, çocuk bakımının bir büyük anneye, bir yakın akrabaya devredilmesi en uygun çözümlerden biri olarak kabul edilmektedir. Büyükanne, aile ile aynı çatı altında yaşıyorsa, sorun daha kolay çözümlenmektedir. Büyükannenin ayrı yaşadığı hallerde, çocuğu sabah büyükanneye bırakıp akşam evine geri getirmek, hiç değilse çocuğun akşamları birkaç saatini annesi ve babası ile geçirmesini sağlamak da uygun bir çözüm sayılabilir. Büyükannenin bulunmadığı hallerde, bir yakın akraba da aynı işi görebilir.

Uygun Olmayan Çözümler:

Bu çözümlerin hepsi çalışan annelerin başvurdukları çözümlerdir. Hatta çocuğu evde yalnız bırakmak, kapıyı çocuğun üzerinde kilitleyip çıkarak, anahtarı komşuya teslim etmek, komşudan ara sıra çocuğuna bir göz atmasını istemek de, bir gecekondu bölgesinde karşılaştığımız çözümlerdendi.
Bu çözümler arasında en uygun gibi görüneni, annenin çalıştığı süre içinde, çocuk bakımının bir büyükanne veya yakın akrabaya devredilmesidir. Bu çözümle çocuk, onu seven birisi tarafından büyütüleceğinden; sevgi, şefkat ve ilgiden yoksun kalmayacak, anne ve babasından uzakta büyümemiş olacaktır. Çoğunlukla bu çözüm biçiminde ortaya çıkan bir sorun; büyükannenin çocuğu şımartması veya anne ile büyükannenin eğitim ve disiplin anlayışlarının farklı olmasıdır.
Bazı büyükanneler, annesi çalıştığı için torunlarına acırlar, anneyi suçlarlar, annenin yokluğunu telâfi etmek için torunlarını şımartırlar. Torunlarına karşı aşırı hoşgörü gösteren bu büyükanneler "Ben kendi çocuklarımı şımartmadım, torunumu şımartırım, anası - babası eğitsin. Beni beğenmiyorlarsa başkasına baktırsınlar" diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar.

Bazı hallerde de büyükanne ile annenin eğitim ve disiplin konusunda aynı görüşü paylaşmadıkları görülür. Bu hallerde, ya iki kuşak arasında çatışma olur; çocuk da bundan ustaca yararlanır, kime nazı geçiyorsa ona sığınır, ya da anne bulduğu çözümü kaybetmemek için, uygun bulmadığı bir eğitim biçimine boyun eğmek zorunda kalır.
Aynı durum bir bakıcı tutulduğunda da söz konusu olur, anneler bu disiplin kargaşasını ileride telafi edeceklerine inansalar da, çoğu zaman durum böyle olmaz, çünkü çocuğun kişiliğinin gelişmesi, karakterinin oluşumu ilk beş yılki eğitime, ortama ve uyarıcılara bağlıdır.

Çocuk eğitiminde ilk yılların önemini savunan uzmanlara göre, anneni çalışmasının çocuk üzerinde olumsuz etkileri olduğunu kanıtlayan araştırma bulgusu olmamasına rağmen - ideal çözüm ilk iki-üç yılda çocuğun annesi tarafından büyütülmesidir. Tüm eğitimciler ve ruh bilimciler çocuğun gelişiminde ilk yılların çok önemli olduğunu ve bu yıllarda annenin en etkili birey olduğunu vurguluyorlar. Bu nedenle, ilk iki veya üç yılda çocuğun annesi tarafından yetiştirilmesi gerektiği konusunda birleşiyorlar. Eğitimcilerin bir kısmı, ikinci yılda, bir kısmı da üçüncü yılda çocuk için anneden kopmanın daha kolay olacağını söylüyorlarsa da durum, çocuktan çocuğa değişmektedir.

Annenin Çalışması Çocuk Açısından Sakıncalı mıdır, Değil midir?

Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir, çünkü verilecek cevap duruma göre değişir. Annenin çalışmasının çocuk üzerinde yaratacağı etkiler bazı faktörlere bağlıdır. Bu faktörler; annenin işi, çalışma nedenleri, çalışma koşulları, çalışma saatleri, annenin eğitim düzeyi, anne - çocuk iletişimi, aile içi ilişkiler, annenin yokluğunda çocuğa bakanın özellikleri, sağladığı bakımın uygun ve devamlı oluşu, nihayet çocuğun hangi gelişim basamağında bulunduğu, kısaca çocuğun yaşı gibi etkenlerdir. Yaş, üzerinde önemle durulması gereken faktörlerden biridir. Koşullar ne olursa olsun, annenin çalışması 0 - 3 yaş çocuğu ile 3 - 6 yaş çocuğunu farklı şekilde etkileyeceği gibi, okul çocuğu ile ergeni de farklı şekilde etkileyecektir. O halde, annenin çalışmasının sakıncalı olup olmadığını farklı yaş dönemlerine göre ele almakta yarar vardır.

0 - 3 yaş çocuğu için durum nedir ?

Eğitimciler, çoğunlukla bu yaşta çocuğu olan annenin çalışmasına karşıdırlar. Bu dönemde küçük çocuğun fizik bakım kadar, sevgi, özen ve ilgiye ihtiyacı vardır. Bu dönemde çocuğun yaşamında en etkili birey annedir, çocuk her şeyi annesinden öğrenir. Annenin çocuğuna gösterdiği şefkat ve ilgi, ona verdiği güven, çocuğuna karşı tutumu, benimsediği eğitim ve disiplin anlayışı, çocuğun gelişimini de kişiliğini de etkiler. Ünlü uzman Hoffman der ki: " Her ne kadar annelik içgüdüsel bir davranış ise de, bu davranış, anne çocuğu ile birlikte oldukça gelişir. Bu beraberliğe, çocuk kadar annenin de ihtiyacı vardır,bu beraberlikten, çocuğun da annenin de zevk alması, mutlu olması önemlidir.

Yaşı kaç olursa olsun, her çocuğun annesine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın şidetli olduğu dönem, yaşamın ilk yıllarıdır, gelişimin en süratli olduğu bu ilk yılları sihirli yıllar olarak nitelendiren eğitimciler vardır. Bu eğitimcilere göre, ilk yıllarda çocuğun temel ihtiyaçları anne tarafından karşılanmalı, ilk yıllarda çocuk annesi tarafından yetiştirilmelidir. Bu nedenle de, ilk iki - üç yılda zorunlu olmadıkça anne çalışmamalıdır. Zorunluluk olduğu takdirde, anne yarım günlük [part - time) bir işi tercih etmelidir. Annenin tam gün çalışması gerekiyorsa, annenin yerini dolduracak bakıcının seçimi titizlikle yapılmalı, bu bakıcının aranan özelliklere sahip olması ve değişmemesi sağlanmalıdır. Zaman zaman sorun yaratmasına rağmen, bu durumda en uygun görünen çözüm; bir büyükannenin veya yakın akrabanın çocuğun bakımını üstlenmesidir. Ünlü Bowlby 0 -3 yaş çocuğu söz konusunu olduğunda annenin yokluğunda tek yetişkinin çocukla meşgul olmasının, çocuğun kurumda eğitilmesinden daha yararlı olduğunu savunur. Yalnız unutmamalıdır ki, en mükemmel yedek bakıcı annenin yerini tutamaz. Uzmanlara göre, annenin çalışmasından en çok etkilenen çocuk, 0 -3 yaş çocuğudur, bu nedenle yedek bakım iyi ve devamlı da olsa, anne, evde olduğu sürede çocuğunun bakım ve eğitiminde aktif rol almalıdır.

3 - 6 Yaş Çocuğu İçin Durum:

3 - 6 yaşlarında çocuğu olan annenin çalışmasına gelince: Üç yaşından itibaren, normal bir çocuğun bütün gün annesi ile birlikte olmadan da gelişebileceği, rahatlıkla bir okul öncesi kuruma uyum gösterebileceği kabul edilir. Hatta iyi bir yuva veya anaokulunda eğitilmesinin, yaşıtları arasında büyümesinin son derece yararlı olduğu düşünülür. Okul öncesi dönemde bir kurumda eğitim gören çocuk, arkadaş çevresinde sosyalleşir, annesinden kopmayı öğrenir, bağımsız olmayı başarır; bu da daha sonraki yıllarda, ilkokul çevresine uyumunu kolaylaştırır. Yalnız çocuğun bir anaokuluna gitmesi ile annenin eğitim işlevi sona ermez. Daha önceki yıllarda olduğu gibi, çocuğun hâlâ annesine ihtiyacı vardır. Bu dönemde sevgi, şefkat ve güven ister. Annesine okulda neler öğrendiğini göstermek, bildiği şiir ve şarkıları söylemek, okulda yaptığı oyunları evde tekrarlamak ihtiyacını duyar. Bu nedenle anne çocuğu ile oyun oynamak, sohbet etmek, bilgi alış - verişinde bulunmak için 3 - 6 yaş çocuğuna zaman ayırmalıdır. Burada iki devrede ele alınan okul öncesi eğitim dönemi, anne - çocuk ilişkilerinin temellerinin atıldığı dönemdir. Anne çalışmasından ötürü ilk yıllarda kurmadığı ilişki ve iletişimi daha sonraki yıllarda telafi edemez, bu yüzden annenin bu ilişkilerin kurulmasına özen göstermesi, buna vakit ayırması zorunludur.

Okul Çocuğu İçin Durum:

Okul çağında çocuğu olan annenin çalışması çocuk açısından sakıncalı sayılmamaktadır. Bu dönemde en uygun çözüm; çocuğun okulda olduğu süre içinde annenin çalışması, okul dönüşü çocuğun annesini evde bulmasıdır. Annenin bulunamadığı zamanlarda çocuğun evde yapayalnız kalmamasına özen gösterilmelidir. Yaşı küçük olan veya yalnız kalmaya hazır olmayan büyük çocuğun evde tek başına bırakılması uygun değildir. Çocuğun, annesi dönünceye kadar bir yakınıyla veya kardeşleri ile kalması veya annesinin dönüşünü bir arkadaşının evinde beklemesi yerinde olur. İlkokula başlama çocuğun yaşamında önemli bir olaydır. Çocuğun kendisi için yeni sayılan okul ortamına uyum sağlayabilmesi, sınıf düzenine uyması, çalışma alışkanlığını kazanması için, annesinin desteğine ihtiyacı vardır. Okul çocuğu bilgisindeki artışın da, başarısının da ilgi ile izlenmesini ister, başarısızlığa uğradığında kendisine yardım edilmesini bekler.
Çocuğun okula başlamasıyla yeni sorunlar doğar, bunların çözümünde, okul kadar, aileye de bir takım görevler düşer.
Evde ve okulda problemi olmayan, sorumluluk duygusu gelişmiş olan başarılı çocuk, annesi işten dönünceye kadar dersini bitirmeye çalışır, annesi gelince de onunla oynamak veya sohbet etmek için fırsat kollar.


Evde veya okulda sorunu olan çocuk, ders çalışma veya ödev yapma işini annenin dönüşüne bırakır, bazı hallerde ders ve ödev bahanesiyle annesinin ilgisini çekmeye çalışır. Annenin her iki durumda da çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olması, davranışlarını ve zamanını çocuğunun ihtiyaçlarına göre ayarlaması gerekir. Bu iki çocuğunda anneden beklediği ilgidir, yakınlıktır, anne de bunları çocuğundan esirgememelidir.

Ergen İçin Durum:
Ergenlik çağındaki çocuğun artık büyüdüğü, kendini kurtardığı, yetişkinlere muhtaç olmadığı zannedilirse de, bu dönem, çocuğun anne ve babasının özel ilgisine ihtiyaç duyduğu buhranlı bir dönemdir. Ergen, geçirmekte olduğu krizi atlatmak, biyolojik ve psikolojik yapısında meydana gelen değişiklikleri anlamak için yetişkinin rehberliğine ve yardımına ihtiyaç duyar, anlayış bekler, dertleşmek ve sohbet etmek için fırsat arar.
Ergen duygu, düşünce ve davranışlarına saygı duyulmasını ister, kendisine yetişkin muamelesi yapılmasını bekler. Aile, ergeni anlayışla ele almazsa, ergenin aile ile kurmuş olduğu ilişkiler bozulur, iletişim kopar. Ergen bu dönemde cinsiyet, kız - erkek arkadaşlığı gibi konularda bilgi edinmek, tartışmak ister, bu ihtiyacı anne yedeği ile karşılayamayacağından, bu konuda anne veya babasından yakınlık bekler.

Tüm gelişim basamaklarında çocuk, onu seven, onu anlayışla ele alan, tanıyarak eğiten, sorunlarına çözüm arayan birer yetişkin olan anne ve babasına ihtiyaç duyar, ailesi ile kurduğu ilişkilerin etkisinde kalarak mutlu veya mutsuz; doyumlu veya doyumsuz, uyumlu veya uyumsuz olur.

Bazı anneler çocuklarını kendileri yetiştirmek isterler, çalıştıkları takdirde çocuklarını ihmal edeceklerini, onları yeterince tanıma ve izleme fırsatına sahip olamayacaklarını düşünürler, bu nedenle de çalışmamayı uygun görürler; ya da çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra işten ayrılırlar, çünkü çocuklarının temel ihtiyaçlarını karşılayamamaktan endişe duyarlar. Bu anneler, çocuklarını sevgi-şefkat, ilgi, güven, özgürlük ve bağımsızlık ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilmek için ya çalışma hayatlarına son verirler ya da çocukları belli bir yaşa gelene kadar çalışmaya ara verirler.

İş koşullarından ötürü vakti sınırlı olan çalışan anne, çocuğunun temel ihtiyaçlarını karşılamak, onu tanıyarak ve anlayarak eğitmek için zaman bulabilir mi?
Farklı gelişim aşamalarında, çocuğun farklı beklentileri vardır, annesi çalışsa da çocuk bunların gerçekleşmesini ister, bazı ihtiyaçlarının annesi tarafından giderilmesini bekler. İyi bir anne, ne kadar yorgun olursa olsun, çocuğunun ihtiyaçlarını giderecek zamanı bulduğu gibi onunla onunla sohbet edecek, dertleşecek hatta oynayacak zamanı bile bulur, bu anne çocuğu ile geçireceği süreyi heyecanla bekler, bundan zevk alır.

Çalışan anne, çocuğunu ancak günün belirli saatlerinde görebildiği için, bu süreden çok iyi yararlanmalıdır. Çocuğuna iyi bir model olmak, doğruyu - yanlışı öğretmek, kuralları tanıtmak, öğrenme ihtiyacını karşılamak, çocuğunun günlük gereksinmelerini gidermek, neden çalıştığını ona anlatmak gibi çocuğun yaşamını şekillendiren tüm bilgiyi, duygusal besiyi anne bu süre içinde verebilmelidir. Anne çocuğu ile işbirliği yapabilmelidir. Onun yardımına zaman zaman başvurmalı, ona yapabileceği bir takım görevler vererek, onu bağımsız kılmalı, sorumluluk ve kişilik sahibi bir çocuk olması için teşvik etmeli, yetenekleri doğrultusunda yönlendirmelidir.

Anneden beklenenleri özetlersek; ideal olan, annenin sıcak ve samimi bir hava içinde çocuğunu yetiştirmeye çalışması, onun olgunlaşmasına yardımcı olması, ölçülü bir sevgi ve belli bir disiplin içinde çocuğun sorunlarına eğilmesidir. Çocuğun annesi ile kurduğu ilişkilerin, onun duygusal, zihinsel, sosyal hatta bedensel gelişimini etkilediği unutulmamalıdır. Çocuk, gerek annesi, gerekse anne yerini alan bakıcı tarafından denetlendiğini, başıboş bırakılmadığını hissetmelidir. Çocuk gelişimi boyunca güvenebileceği güçlü ve şefkatli yetişkinlere ihtiyaç duyar, bu yetişkinlerin başında da anne ve baba yer alır.

Uzmanlar, ilgi ve şefkat görerek büyüyen çocuklarda topluma kabul edilme, çevre ile iyi ilişkiler kurma eğiliminin kuvvetli olduğunu, ilgi ve şefkatten yoksun olanlarda ise, çevreye karşı ilgisizlik, içe dönüklük, bencillik, hatta toplumdan kaçma gibi özelliklerin görüldüğünü kaydederler.

Nitekim annenin yokluğunda uygun eğitim ve denetim sağlandığı hallerde, annenin çalışmasının çocuğu olumsuz yönde etkilemediği doğrultusunda araştırma bulgusu çoğunluktadır. Yeter ki, çalışan anne, duygulu ve bilinçli bir annelik yapabilsin.

Bugün Türkiye'de tüm Batı ülkelerinde yaygın olan "baby - sitter" adı altındaki bakıcıların yetiştirilmesi ve bu işin öğütlenmesi büyük bir ihtiyaçtır. Günün belli saatlerinde çocuğunu güvenilir bir bakıcıya bırakma ihtiyacını duyan pek çok anne olduğu gibi, yarım günlük iş arayan pek çok genç kız ve anne vardır. Bu çözüm iki farklı ihtiyacın karşılanmasını kısmen de olsa sağlayacaktır.

Özetle, annenin çalışmasının zorunlu olduğu hallerde alınacak önlemler şöyle sıralanabilir:
1) Sıfır - üç yaş çocuğu için tecrübeli bir bakıcı tercih edilmeli, bakıcının bulunmadığı hallerde ancak çocuk uygun bir kuruma verilmelidir.
2) Annenin yerini dolduracak bakıcı iyi seçilmelidir.
3) Bu bakıcı şefkatli, güvenilir, bilgili, tecrübeli, zeki ve olgun olmalı, çocuk ile iyi iletişim kurabilmek için anlayışlı ve duyarlı davranmalıdır. Ayrıca, anne ile bakıcının eğitim anlayışı birbirlerine yakın olmalıdır. Bakıcının eğitimi sürekli olmalıdır.
4) Üç - altı yaş çocuğu için kurum eğitimi yararlı olduğundan, okul öncesi eğitim kurumunun seçimi dikkatle yapılmadılar.
5) Annenin belli bir çalışma programı olmalıdır. Bu program sık sık değişmemelidir, çünkü çocuk çok sık değişen programa uyum sağlamakta güçlük çeker.
6) Annenin çalışması aile bireyleri tarafından, özellikle baba tarafından onaylanmalıdır. Annenin çalışması aile içi ilişkileri zedelememeli, evde tartışma konusu edilmemelidir. Eğer tüm aile bireyleri annenin çalışmasına karşı ise, annenin çalışması ailede huzursuzluk yaratıyorsa, annenin çalışması sakıncalıdır, çünkü aile ilişkilerinin sağlıklı olmadığı bir aile ortamında çocuk eğitiminden iyi sonuç alınamaz.

Kaynak: Prof. Dr. Norma Razon

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocukları Anlamak

Çocuklar bazen işbirliği yapmazlar ya da davranışları rahatsız edici, acı verici, yıkıcı ve tehlikeli olabilir. Çocuğun böyle davranması yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun göstergesidir.

Çocukların fark edilmeyen ya da karşılanmayan ihtiyaçları başkaları tarafından kabul edilemeyecek davranışlarda bulunmalarına yol açabilir. Örneğin, karnı acıkan küçük kız gazetesine gömülmüş babasının dikkatini çekmek için yaptığı birkaç denemeden sonra erkek kardeşine sataşıp onu ağlatabilir. Küçük çocuklar açlık gibi fiziksel ihtiyaçlarını kolay kolay erteleyemezler.

İlgi ihtiyacı da başka bir haklı ihtiyaçtır ve yeterince ilgi görmeyen çocuklar kendilerini fark ettirmenin yollarını bulurlar. Davranışları anne baba açısından kabul edilmez olsa da gördükleri ilginin artmasını sağlıyorsa amacına ulaşmış demektir.

Çocukların müthiş merakları, keşfetme, dokunma ve nesneleri eline alma istekleri vardır. Dokunmanın ya da keşfetmenin yasak olduğu yerlere götürülen çocuklar bu ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlarsa muhtemelen kabul edilemez davranışlar sergilemeye başlarlar.
Çatışmaların nedeni genellikle çocukların davranışlarının sonuçlarına ilişkin yeterince bilgi sahibi olmamalarıdır. Küçük bir çocuğun eve çamurlu ayakkabılarla girmesinin nedeni, muhtemelen çamurun halıya nasıl yapıştığını ve bunu temizlemenin ne kadar güç olduğunu bilmemesidir. Belki ayakkabılarının çamurlu olduğunun bile farkında değildir. Çocuğun "yaramazlık" yaptığını düşünmeden önce bir yanlış anlama olup olmadığına ya da çocuğun bilgisinin tam olup olmadığını kontrol etmek önemlidir.
Çocuk, başkalarına acı vermek amacıyla vuruyorsa, üçüncü tür davranışlarla karşı karşıyayız demektir. Kötü, kindar, yıkıcı ya da şiddet içeren davranışları olan ya da işbirliği yapmayan çocuklar kendilerini kötü hissederler. Daha önce yaşadığı rahatsız edici deneyimler nedeniyle birikmiş öfkeleri, korkuları ya da üzüntüleri vardır. Çocuklar en sevgi dolu ortamlarda bile incinir, korkar ve hayal kırıklıkları yaşar. Acı veren duyguları bastırılan çocukların davranışları kolayca bozulabilir. Bu duyguları boşaltmak için zararsız bir çıkış yolu gerekir. Çocukların birikmiş gerginliklerini ağlayıp öfkelenerek boşaltabilmeleri için ilgiye ihtiyaçları vardır. Hiçbir ceza, nasihat bu davranışların altında yatan nedeni iyileştirmek için yeterli değildir.

Öneriler


Aznif Gürgen
Pedagog

Kaynak: Aletha J. Solter, Çocuğunuza Kulak Verin

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

Okul Çağı Çocukları (6-12 yaşlar arası)

"Son Çocukluk" adı verilen 6-12 yaş gelişim evresinde çocuk, ergenliğe geçiş olgunluğu kazanmaktadır. Okul öncesi dönem çocukluğundan farklı olarak, temel eğitimin ilk yılları çocuğun somut düşünme, son birkaç yılı ise soyut düşünme evresinde bulunduğu yıllardır. Bu evrede çocuk sayısal imgeler, soyut deyişler, genel kurallar ve temel mantık gibi daha soyut kavramları anlamaya başlar. 7 yaşına yaklaştıkça, çocuklar problemlerini daha erken yaşlarda kullanmadıkları, çeşitli bilişsel stratejilere başvurarak somut bir şekilde çözmeye başlarlar.

İlkokul çağı döneminde, çocuğun anne-baba ile özdeşimin yanı sıra, öğretmen ve arkadaş gibi başka kişilerle özdeşimleri de önem kazanır. Anne babanın aktardığı değer ve kuralların yanı sıra çocuğun kendisinin de etkin olarak anladığı, benimsediği değer ve yargılar önem taşımaya başlar. Bu nedenle bu dönemde çocuğun ilişki kuracağı kişiler, özellikle öğretmen ve oyun arkadaşları özel önem taşırlar.

Bu yaşlardaki çocuklar, kim olduklarını keşfetmekte ve bireysel kimliklerini oluşturmaktadır- lar. Çocuğun benlik kavramı; onun özellikleri, yetenekleri ve koşullarıyla ilgili, kişisel bir değerlendirmedir; bu değerlendirme tam bir doğruluk taşıyıp kesinlikle gerçeğe uygun olabilse de, çocuklar genelde kendilerini olduklarından daha yüce görme veya küçümseme eğilimindedirler. Benlik imgesi, bireyin sahip olduğu zihinsel ve fiziksel özelliklerinin farkında olmasıdır. Çocuklar diğer insanlarla ve fiziksel çevreleriyle etkileşime girerek ve çeşitli deneyimler yoluyla benlik imgelerini zenginleştirirler.

Zihinsel Gelişim Özellikleri

İlkokul yıllarındaki eğitim ve öğretim etkinlikleri çocuğun "somut düşünce" ye geçişini kolaylaştırmaktadır. Somut düşünce; çocuğun gözüyle görebildiği, duyu organlarıyla temas edebildiği eşya ve olaylar üzerindeki çok boyutlu bir mantıksal düşünce şeklidir. Somut düşünce evresinde çocuk, somut bilgileri düzenli ve mantıklı olarak işleyebilir. Gördüğü nesne ve olaylara ilişkin akıl yürütebilir. Bu evrede mantıksal düşünmenin yanı sıra sayı, zaman, mekan, boyut, hacim, uzaklık kavramları yerleşmeye başlar. Okul çağındaki bir çocuğun düşünüşünün başlıca özelliği "gruplama" yeteneğine sahip oluşudur. Bundan "sınıflama, sıralama, serileme, değişmezlik, sayı ve mekan" kavramları oluşur. Somut işlemler dönemi adını alan bu evre, zihinsel işlem yapma yeteneğinin henüz gelişmediği işlem öncesi düşüncesi ile, mantık işletme yoluyla muhakeme yapılabilen soyut düşünce arasında bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir.

İlkokul çağındaki çocuklar kararlarını oluştururken, gözlemlerden ve mantıksal sonuç çıkarmalardan daha çok yararlanır, doğrudan yaşadıkları deneyimlere daha az bağımlı kalırlar. İlkokulun son yıllarına doğru çocuğun zihinsel süreçlerinde niteliksel bir değişim görülür. 11 yaş dolaylarında başlayan soyut düşünme; belli, özgül örneklerin ötesine geçerek veya bunlardan ayrı olarak genel kurallar bağlamında düşünebilmek anlamına gelir. Yetişkinliğin düşünüş biçimi olan soyut düşünebilme, çocuklar için oldukça önemli bir gelişimdir. Soyut düşünce, çocukların kendi dünyalarını daha karmaşık biçimlerde anlamalarını sağlar. Mantıksal sonuç çıkarmaları, dikkati yoğunlaştırma yetenekleri, dikkat ve bellek kapasiteleri esaslı ölçüde artar. Çocuklar bu yaşlarda, özel deneyimlerine dayanarak sebep-sonuç ilişkileri kurmaya ve genel ilkelere ilişkin görüş geliştirmeye başlarlar. Soyut düşünce, çocukların bir eylemde bulunmadan önce hareketlerinin öngörülebilen olası sonuçlarını göz önünde bulundurmalarına yardımcı olur. Bu gelişim sonucu, başka bir çocuğun davranışının ne tür sonuçlar getirdiğini gözlemleyip benzer biçimde davrandıklarında aynı sonuçların kendileri için de geçerli olabileceğini anlayabilirler.

Sosyal Gelişim Özellikleri

Benlik Gelişimi

Benlik, bireyin fiziksel ve sosyal çevresiyle olan etkileşimleri sonucu kazandığı birtakım kişisel duygu, değer ve kavramlar sistemidir(Tan, 1970).

Benlik kavramı bireyin zihinsel ve fiziksel özelliklerinin toplamı ve sahip olduğu bütün bu özelliklere ilişkin kendini değerlendirmesi olarak tanımlanabilir (Lawrence,1988).

Benlik kavramı, bir bireyin kendini algılama şekli, kim ve ne olduğuna, kimliğine ilişkin düşüncesidir -başka bir deyişle, kendisi hakkındaki duygu ve düşünceleri ve kendisi için önemli olan şekillerde başarılı olma yetisidir. Benlik kavramı, bir çocuğun sadece kendi algılamaları ve beklentileri ile değil, hayatındaki diğer önemli insanların -anne-babası, öğretmenleri, arkadaşları vs. hakkındaki düşüncelerinden ve ona karşı olan davranışlarından da etkilenir. Benlik imajı, yani algıladığı benliği (kendini nasıl gördüğü), ideal benliğine (nasıl olmak istediği) yaklaştıkça benlik saygısı gelişir.

Benlik saygısı, bireyin ne olduğu ile ne olmak istediği arasındaki farka ilişkin duygularını gösterir. Benlik saygısı, insanların birer birey olarak, değerleri konusunda ulaştıkları kanıdır. Kendi benlik kavramını beğenmesi, onaylaması ve kendinden hoşnut olmasıdır.

Son çocukluk döneminde, bir çocuk ailesi dışındaki çevresinde kendini kanıtlayabilmesi için -okulda başarılı olmak ve akranlarıyla iyi bir şekilde iletişim kurmak gibi- kendisi hakkında olumlu bir duyguya ihtiyaç duyar. Bu yaştaki kendini algılayışı, onun çocukluk ve yetişkinlik dönemi boyunca başarısı, sosyal etkileşimi ve duygusal durumu üzerinde önemli bir etki olacaktır.

Genelde bir çocuk , kendisini başarılı hissetmesini sağlayacak, başarılı olmadığı zamanlarda iyi olduğu konusunda olumlu düşünmesini sürdürmeye yarayacak etkinlikler ve etkileşimler arar. Yüksek benlik saygısına sahip olan bir çocuk, kendisini, gerçekçi hedefler koyabilen ve bunları gerçekleştirebilen yetenekli bir birey olarak algılayacaktır. Düşük benlik saygısı olan çocuk okulda ve hayatının geri kalanında kapasitesinin daha altında başarılar hedefleme eğiliminde olacaktır. Aynı zamanda, çocuğun sahip olduğu düşük benlik saygısı onun kendisini akran grubuna benzetmeye çalışarak, onların övgüsünü kazanmak isteyen bir tutum içine girmesine, onlardan kabul görmek, ait olma duygusuna sahip olmak, kendini değerli hissetmek için onların davranışlarını ve değerlerini kendisininmiş gibi benimsemesine yol açar. Benimsediği davranışlar ve değerler olumlu veya sağlıklı olabilir ya da olmayabilir.

İlkokul çağındaki bir çocuğun benlik kavramının büyük bir bölümü akranlardan sağlanan geribildirimlere bağlı olsa da, hem aile içi hem de aile dışındaki yetişkinlerle arasındaki olumlu ilişkiler çocuğun benlik değerini geliştirebilmesinde önem taşımaktadır. Eğer anne-baba ile çocuğun mizacındaki uyum iyi ise ve anne-baba çocukların ulaşabileceği beklentilerde bulunuyorsa, benlik saygısı daha da artacaktır.

Yüksek Benlik Saygısını Meydana Getiren Unsurlar

Düşük benlik saygısı olan çocukların çoğu, hayattaki başarılarının büyük bir bölümünü kendi kontrollerinin dışındaki değer etkenlere dayandırırlar, bu nedenle kendilerine olan güvenlerini ve gelecekte başarılı olma şanslarını azaltırlar. Aynı çocuklar bir hata yaptıklarında veya başarısızlığa maruz kaldıklarında, bunu kendileri dışındaki nedenlere dayandırarak açıklarlar. Bu durum onların yeni ve daha başarılı stratejiler geliştirmelerini, yardıma veya tavsiyeye başvurmalarını daha da zorlaştırır.

ÖRNEK:

Düşük Benlik Saygısı Olan Çocuk: "Matematik sözlüsü yine kötü geçti. Sorumlusu hep öğretmen. Bana taktı bir kere, hep zor sorular soruyor."
Yüksek Benlik Saygısı Olan Çocuk: "Matematik sözlüsü kötü geçti, iyi çalışmadığım yerlerden geldi. Gelecek sınava daha iyi hazırlanırım."

Yüksek benlik saygısı olan çocuk, başarılarını büyük ölçüde kendi emeği ve becerisi olarak görür. Kendi kontrol duygusunu hisseder ve başarısızlığa uğradığında daha iyisini yapmak için motive olur. Değişikler yapmaya ve daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyduğunun farkına vararak, hatalarını kabul eder ve başkalarını suçlamaktan kaçınır.

Düşük Benlik Saygısı Olan Bir Çocuğun Özellikleri

Anne-Babaya Not

Aznif Gürgen
Pedagog

Kaynak: Haluk Yavuzer, Okul Çağı Çocuğu, (Eylül 2001)

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Okul Çağında Arkadaş İlişkileri

Okul yaşamının heyecanlı yönlerinden biri yeni arkadaşlıklar kurmaktır. Çocuk başkaları tarafından sevilmek, oyunlara ve etkinliklere kabul edilmek ve değer verilmek ister. Okul çağı çocuğu, kurduğu arkadaşlıklar sayesinde aile biriminin ötesinde ufkunu genişletir, dış dünyaya ilişkin deneyim kazanmaya başlar, benlik imajı oluşturur ve bir sosyal destek sistemi geliştirir.
Arkadaş beğenisinin önem kazandığı son çocukluk dönemlerindeki 8-12 yaşlar arasındaki dilim, "gruplaşma dönemi"nin ön hazırlayıcısı olarak bilinir. Takıma bağlılık ve onun içindeki işbirliği, bireysel yarıştan üstün gelebilir.
Okul öncesi yıllarında oyun, arkadaşlığın temeli olan olumlu sosyal etkileşimlerin ve ortak faaliyetlerin sayısının giderek artmasını sağlar. Saldırgan davranış iki ile dört yaşları arasında artar, ancak daha sonra azalır. Okul çağında kurallar ve sosyal roller giderek önemli hale gelir ve sosyal etkinliklerde cinsiyet farklılıkları daha belirginleşir. Çocuklar okul yaşına eriştiklerinde arkadaşlıkların kalıcılığı daha da artar ve kızlar daha sınırlı sayıda çocukla daha kuvvetli ilişkiler kurarken, erkekler daha fazla sayıdaki çocukla arkadaşlık ederler.
Bu evre boyunca, akranlarla arkadaşlıklar oldukça önemli hale gelir. Çocuklar yaşıt arkadaşlardan oluşan destekleyici bir gruba uyum sağlamak ve ait olmak isterler. Bir akran grubuna uyum sağlamak ve yeterli sosyal becerilere sahip olmak, çocuğun yüksek benlik saygısına ulaşmasında oldukça önemli bir yer tutar. Aynı anda hem akranlarına uyum sağlamaya çalışmak, hem de diğerlerinin yeteneklerinin değerini bildiğini göstermeye ve kendi yeteneklerine önem verilmesine çabalamak, bu yaş grubundaki çocuklar arasında bir rekabet ortamı yaratır.
Rekabet etmek doğal ve değer taşıyan bir güdülenimdir, ama diğer çocukların başarıları ile yeteneklerinin akla uygun bir biçimde kabul edilmesiyle daha ılımlı hale getirilmelidir. Herhangi bir yarışma ortamıyla karşı karşıya kaldıklarında, bazı çocuklar eleştirilme veya reddedilme riskini azaltmak amacıyla etkileşime girmekten kaçınırlar. Aşırı yarışmacı tutum ile aşırı çekingen davranışın her ikisi de, doğal olarak rekabete özendiren bir sosyal çevrede benlik saygısını korumaya yönelik girişimlerdir ve çocuklar için olumsuz sonuçlar doğurur. Bu iki tarza ilişkin akranlardan gelen ve zaman zaman sert olabilen geribildirimler, çocukların yaşıtlarınca nelerin kabul görüp nelerin görmediğini öğrenmelerine yardımcı olabilir. Bununla birlikte, gereğinden fazla veya sürekli yapılan eleştiri ya da reddetme yıpratıcı olup zarar verebilir.
Arkadaşlık yoluyla çocuk; arkadaşının bir olaya (oyuncağını izinsiz almak), öfkeyle tepki vermesine (bağırıp çağırıp ve vurmak) yol açan ve ardından bu olayı olumsuz sonuçlar doğuran bir biçimde (duygusal kırıklık, kavga-ceza) nasıl yorumlayabildiğini düşünüp anlamaya başlar. Çocuğun olaylara başka birinin görüş açısından bakabilmesi; başka bir insanın tutum, duygu ve güdülenimlerine ilişkin anlayışına dayanarak kendi davranışlarını düzenleyip çevresine uyum sağlamasına fırsat verir. Bu bilişsel gelişimler; sosyal becerilerin ve etkili kişisel ilişkilerin temelini oluşturan iki yeterliliği, çocuğun duygudaşlık kapasitesini ve sosyal yargıda bulunma gücünü artırır.
İlkokul çağı süresince, çocuklar aynı zamanda, kendi cinsiyetlerine ilişkin görüşlerini de oluştururlar. Çocuklar çoğunlukla kendileriyle aynı cinsten oyun arkadaşlarıyla ilişki kurmaya özen gösterirler ve bu tercih erkeklik-kadınlık kavramlarını geliştirmelerine yardımcı olur. Erken gelişim yıllarında geçirilmiş olan ruhsal-cinsel çalkantı ve çatışmalar 6-7 yaşından ergenliğe kadar yatışma ve uyuklama durumuna geçer. Bu nedenle bu evre gizlilik dönemi adını alır.
Bu evrede çocuklar, kendi kültürlerinde erkeklik ve dişilik kavramlarını ne tür özelliklerin belirlediğine ilişkin daha bireysel görüşler getirirler. Bu düşünceler, çocukların genetik yapılarına ve kadınlarla erkeklerin nasıl davrandıklarıyla ilgili deneyimlerine dayanır.
Altı ve on iki yaşları arasında arkadaşlık kurmak, son çocukluk döneminin en önemli görevlerinden biridir ve bu hayatları boyunca devam edecek sosyal bir beceridir. Giderek, duygu ve düşüncelerinden daha çok haberdar olmaya başlar. Zamana ilişkin geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek kavramlarını daha iyi anlar. Bu yaşta artık aileye eskisi kadar bağlı olmadığı gibi kendine dönük ilgileri de azalmıştır. Artık arkadaşlık konusunda akranlarına daha çok güvenmeye, arkadaşlarıyla birlikte okulöncesi döneme kıyasla daha fazla zaman geçirmeye başlar. Günden güne birbirleriyle çocukluk döneminin zevklerini ve hayal kırıklıklarını paylaşırlar.
Bir çocuğun hayatında arkadaşlığın farklı misyonlar üstlendiği görülür: dostluk, duyguları paylaşmak ve zor durumlarda destek sağlamak. Ayrıca arkadaşlar, sürekli kafalarını kurcalayan ve büyük önem taşıyan "Nasılım?" sorusunun cevaplandırılmasında kendilerini kıyaslayabilecekleri ve değerlendirebilecekleri çok önemli bir ölçüttür. Çocukların arkadaşlıkları çeşitli evrelerden geçer; önce arkadaşlık kurmak için aynı oyunları oynamaları ve benzer görüntü sergilemeleri yeterli olur, daha sonra ortak değerleri ve kuralları paylaşan çocuklar bir araya gelirler; sonunda ergenliğe yaklaşıldığında, başkalarını anlama, kendini açma, paylaşılan ilgiler ve daha güçlü duygusal bağlar üzerine dikkatlerini yoğunlaştırırlar. 14 yaşındaki bir erkek ergenin cümleleri bu noktayı doğrulamaktadır: "Okulda daha mutluyum. Bir sırrımı arkadaşıma anlatmak, aileme anlatmaktan daha kolay."
Bu ortak gelişim özelliklerine rağmen, çocukların sosyal becerileri geliştirme oranları birbirinden farklıdır. Ayrıca bazıları arkadaşlara diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyarlar. Bazı çocuklar zamanlarının çoğunu kendi başlarına, aile üyeleriyle veya sadece tek bir "en iyi" arkadaşla geçirmek konusunda oldukça memnunken, diğerleri grup halinde, birçok arkadaşlıklar kurmayı yeğler. Çocuğun tercihleri ve ihtiyaçları seneden seneye ve hatta aydan aya değişebilir. Çoğu durumda bir çocuk arkadaşlarının sayısını sınırlandırmaya karar verdiğinde üzgün veya okul arkadaşları tarafından dışlanmış gözükmedikçe, kaygılanmaya gerek yoktur.
Çeşitli çalışmalar, arkadaşları tarafından sevilen bir çocuğun popüler olmayan bir çocukla karşılaştırıldığında şu özellikleri taşıdığını göstermiştir:


Anne-Babalara Not:

Çocuğunuzun başka bir çocuğu sevme nedeni ne olursa olsun, okula başlarken arkadaşlıklar oldukça önemlidir.
Çocuğunuzun okulda arkadaşlarının olması; oyun oynarken ona eşlik edebilecek, sınıfta başına gelenler hakkında onunla konuşabilecek, en son okul söylentilerini paylaşabilecek ve bir sorunu olduğunda, başı sıkıştığında ona yardımcı olacak başka çocuklar olduğu anlamına gelir. Olgun bir yetişkin olarak sizin bir arkadaşlıkta önem verdikleriniz, çocuğunuzun arkadaşlarında aradıklarından tamamen farklı olabilir.
Araştırmalar; okul çağındaki çocukların şu özellikleri taşıyan arkadaşlar edinme eğiliminde olduklarını göstermiştir.

Aynı araştırmalara göre, başka eğilimler de ortaya çıkmıştır. Örneğin; tek çocuklar, kalabalık aileleri olan çocuklara oranla arkadaşlıklarını uzunca bir süre sürdürmekte başarılıdır; kızlar erkek çocuklara göre daha kolay arkadaş edinebilmektedir; yetenekli ve hareketli çocuklar, nadiren, uyuşuk ve tepkisiz çocukları arkadaş olarak seçerler; anaokulu çağındaki çocukların arkadaşlıkları sürekli değişir ve hatta birkaç günden daha uzun sürmeyebilir; çocuğunuz 10-11 yaşlarına ulaştığında, arkadaşlıkları daha dengeli, kararlı ve kalıcı olur.
Bununla birlikte, çocuğunuzun; (davranışları üzerinde zararlı etkisi olacağını düşündüğünüzden ve çocuğun ailesini pek sevmediğinizden) hoşlanmadığınız bir çocukla arkadaşlık etmeye başladığını öğrenebilirsiniz. Bu konuda çabuk tepki göstererek gerginlik yaratmayın. Ne yapacağınıza karar verirken acele etmeyin. Çocuğunuzun sınıftaki başka bir çocukla oyun oynamasını kesinlikle yasaklamayın; çünkü böyle bir yaklaşım, ulaşmak istediğinizin tam tersi bir sonuç doğurabilir. Çocuğunuza karşı dürüst olun. Bu arkadaşlık konusundaki kaygılarınızı anlatarak, başka bir çocukla oyun oynamasını istediğinizin nedenini ona açıklayın. Arkadaşlarıyla ilgili yanlış ve zararlı olduğuna inandığınız her şeyi sürekli yinelemekten kaçının, yoksa çocuğunuz değerlendirmenizde tümüyle yanlı davrandığınızı, haksızlık ettiğinizi düşünecektir. Görüş açınızın dengeli olmasına gayret edin.
Çocuğunuzu bir arkadaşlıktan vazgeçirmeye çalışırken daha yararlı olabilecek bir yaklaşım ise, başka bir arkadaşlık kurmaya özendirmektir. Çocuğunuzun zamanını ve dikkatini olası bir arkadaşlığa vermesini sağlayın. Yaşı ne kadar küçükse bunu yapmak o kadar kolay olacaktır. Örneğin, çocuğunuza sınıftan (sizin sevdiğiniz) bir arkadaşını hafta sonu birlikte parka gitmeye çağırmasını önerin; bu gezinti önerisini ilgisini çekecek biçimde sunun. Sonuç olarak yine de, kiminle arkadaşlık edeceğine çocuğunuz kendi karar verecektir; ama belli arkadaşlıkların gelişmesini sağlamaya yönelik kararlı çabalarınız bir süre sonra istediğiniz sonuçları doğurabilir.


Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak: Haluk Yavuzer, Okul Çağı Çocuğu, (Eylül 2001)

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocuklara Kitap Okumayı Sevdirmek


Okuma alışkanlığı kişinin bir gereksinim olarak algılaması sonucu okuma eylemini, yaşam boyu sürekli ve düzenli biçimde gerçekleştirmesidir. Kişilerin okumayı öğrendikten sonra bu eylemi zevkle yapmalarını sağlamak için kazanmaları gereken önemli bir beceridir. Okuma alışkanlığının, temelinin aile içinde atıldığı ve devamının eğitim sisteminde öğretmenler tarafından öğrenciye kazandırıldığı düşünülürse bu alışkanlığın kazanımında aile ve öğretmenlerin rolü büyüktür.
Çocukların ilk alışkanlıklarını kazandığı ve ilk öğrendiklerinin ailede gerçekleştiği düşünülürse çocuğun önünde anne-babaların sergilemiş olduğu tutum ve davranışlar, ileride çocuğun okuma alışkanlığını önemli ölçüde belirler.
Okumayan, çocuklarının okumasına destek olmayan anne-babaların çocuklarının gerçek anlamda okuma alışkanlığına sahip olması beklenemez. Ayrıca anne-babaların eğitim düzeyi, mesleği ve ekonomik düzeyi bu alışkanlıkların kazandırılmasında etkilidir.
Önceleri çocuk için kitap bir oyuncaktır. O, sadece kitap sayfalarını çevirmekten hoşlanır. Bu eylem, onun küçük kas koordinasyonunun gelişmesinde yararlı olur. 2 yaşından itibaren çocuk, tamamı resimden oluşan, bez veya kalın kartondan yapılmış, elinde tutabileceği küçük kitapları sever. 3-4 yaş çocukları, kendilerine resimli öykü kitaplarının okunmasını ister. Çocuk bir kitaba aşinalık kazandıkça, öyküyü anımsamaya başlayacak ve özellikle pek çok kez tekrarlanan söz ve cümleciklerde anne-babaya katılacaktır. Anne-babayla birlikte okuma, çocuğu okumaya katılmaya özendirir; onun, okuma deneyiminde önemli bir rol üstlenmesini kolaylaştırır. Öykü ve resimler hakkında konuşmak, çocuğun okumaktan aldığı zevke ve kavrayış gücüne pek çok katkıda bulunur.
Çocuklar, birlikte okuduğunuz kitaplarla çoğunlukla kendi deneyimlerini anımsayacaklardır. Bir öykü, pek çok başka deneyimi ya da anıyı çağrıştırabilir. Kitaplar hakkında konuşmak, çocukların okudukları öykülerle bütünleşmelerini ve kendilerini gerçek bir okur gibi hissetmelerini sağlamanın en etkili yollarından biridir. Bu yolla bir yandan çocuğun kelime dağarcığı zenginleşirken, bir yandan da ona, bazı zihinsel kavramları anlama fırsatı vermiş olur.
Çocuklar, çok iyi bildikleri kitapları okumaktan çok zevk alır ve bu şekilde bir hayli güven kazanırlar. Çocuklar okula başlayıp kendi kendilerine okuyabilir olduktan sonra bile, iyi bildikleri bir kitabı okudukça sık oranda okumayı hala isteyebilirler. Bu, okuma açısından yerlerinde saydıkları anlamına gelmez. İlerleme, gelişme her zaman bir sonraki kitaba geçme olarak düşünülmemelidir.
Çok deneyimli okuyucular bile bir kitabı yeniden okumaktan zevk alırlar. Küçük yaştaki çocuklar, bir kitabı birkaç kez dinleyerek bir öyküyü o kadar iyi öğrenirler ki onu kendi sözcükleriyle yeniden anlatabilirler. Çocuklar, zaman zaman kitabın dilini kullanarak öyküyü canlandırmaktan da büyük zevk alabilirler. Tüm bunlar, onların hayal gücünün ne kadar geniş olduğunu gösterir.
Çocukların kendine güven duyarak ve akıcı bir biçimde, duraksamadan okuyabilmeleri için birtakım riskler almaları ve hata yapmaları gerekir. Bunu yapabilmeleri için de onlara fırsat tanınmalıdır. Çocuklar hatalarını fark ederek ve düzelterek öğrenirler. Bu da zaman alır. Çocuklar okurken, bir sözcükte her takıldıklarında yetişkinler sık sık araya girip düzeltmeye alışırlarsa, birer okur olarak kendilerine duydukları güveni baltalamış olacaktır.
Çocuk kitap ilişkisi çocuğun okuma yazmaya başlamasından çok önceki bebeklik döneminden itibaren başlar. Bu nedenle kitapla ilk tanışma bu dönemlerde başlamalıdır. Yaş dönemlerine göre kitap özellikleri şu şekildedir:
0-3 yaş:

Bu resimli kitaplara dokunma ve onları elde tutmasıyla süreç başlar. Çevreyi tanımasına, çevreyle ilişki kurmasına, dilinin gelişmesine, algılama kapasitesinin artmasına yardımcı olur.
3-5 yaş:

Çocuğa okunan kitap, kavramsal gelişimine ve anlama becerisine katkı sağlar. Bilişsel gelişimine ve kişiliğinin temellerine katkı yanında öğrenme isteğini ve merakını tatmin etmeye, soru sormaya teşvik etmeye yardımcı olur.
5-8 yaş:

Hayal gücünü kullanarak yorumlar yapmaya, yeni şeyler denemeye, duygu ve düşüncelerini tanımaya, dilini uygun kullanmaya ve okuyan kişiyle fiziksel ve duyuşsal yakınlaşmayı sağlar.
8-12 yaş:

İlgi alanına yönelik her yeni bilgi ve kahraman onu heyecanlandıracak okuma isteğini arttırmaya başlayacaktır. Heyecanlı, maceralı olaylar ya da duygularını bulabileceği kitaplar ilgisini çekecektir.
Çocuklara Okuma Alışkanlığı Kazandırılmasında Anne-Babaya Düşen Görevler:

Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak:
Çocuğu Tanımak ve Anlamak, Haluk Yavuzer
Davranış Bilimleri Enstitüsü, Psikolog Şeyda Özdalga
egitim.milliyet.com.tr

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Okul Başarısızlığı

Ailenin huzurunu ve dengesini tehdit eden olaylar arasında, okul başarısızlığı önemli bir yer tutar.
Başarısızlık kaygısı, başarısızlık var olmadan ya da çocuk okula başlamadan önce de görülür. Bazı durumlarda ise kaygı, tüm okul yaşamı boyunca sürer. Okulda başarısızlık veya düşük okul başarısı; kapasite ile başarı arasındaki uyumsuzluğa işaret eder ve öğrencinin zihinsel gücünün sağlayabileceğinden daha düşük notlar alması olarak tanımlanabilir.
Ortaokul ve lise döneminde görülen başarısızlık bir sorun olmakla beraber, konuya bu noktadan yaklaşmak çok geç olabilir. Başarısızlık, sıklıkla okulun ilk yıllarında ortaya çıkar ve öğrenci, ergenlik dönemine geldiğinde yerleşmiş olur. A.B.D.'de yapılan bir araştırmada, düşük başarı gösteren erkek öğrencilerin, daha ilkokul 1. sınıftan itibaren düşük not almaya başladıkları saptanmıştır. Bu başarısız grup , 3. sınıfa geldiğinde düşük performansı daha belirginleşmiş ve daha sonraki 7 yıl boyunca başarıları giderek daha da düşmüştür. Başka araştırmalar da, lisede başarısız olanların % 50'sinin ilk başarısızlıklarını ilkokul 2. sınıf gibi çok erken dönemlerde yaşadıklarını göstermiştir.
Okul başarısızlığı çeşitli nedenlerden ortaya çıkmaktadır. Çocukluk ve ergenlik dönemindeki nedenler: Düşük motivasyon, sınırlı olanaklar, belirli gelişimsel ve psikopatolojik kaynaklı sorunlar ve aile içi etkileşimdeki hata ve yetersizlik faktörlerine bağlı sosyo-kültürel ve psikolojik nedenlerdir.

Okul Başarısında Sosyo-Kültürel Faktörler
Pek çok başarısız öğrencinin okul başarısı ile zihinsel kapasitesi arasındaki çelişkide, sosyal-kültürel faktörler rol oynamaktadır. Bu faktörler , okul başarısı için yeterli motivasyonu sağlamayan ya da başarıyı elde etmek için gerekli olanakları kısıtlayan sebeplerdir.
Düşük Motivasyon
"Öğrencinin akademik potansiyelini kullanabilmesi için çalışmaya teşvik edilmesi gerekir. Başarılı olan öğrenci, öğrenmeye ilgi duymakta, aldığı yüksek notlar, ona zevk vermektedir. Buna karşılık, zihinsel değerler veya akademik amaçlara yönlendirilmemiş öğrencinin, okulda kendini gerçekleştirme motivasyonu düşük olmakta ya da hiç bulunmamaktadır. Bu grup, çoğunlukla sınıfı geçmelerini sağlayacak kadar bir çabayı yeterli, daha fazlasını ise gereksiz görmektedir. Tipik olarak, okulu sevmemekte ve başarıdan herhangi bir iç doyum veya dış ödül beklememektedir. Akademik açıdan yönlendirilmemiş düşük başarılı öğrenciler, okulu uzun vadeli amaçlara ulaşmalarına yardım edebilecek bir unsur olarak algılamazlar. Bu tür motivasyon eksikliği, okul başarısızlığı ve buna bağlı okuldan ayrılma sebeplerinin başında gelmektedir.
Ailenin Etkisi
Çocuğun aile içindeki yeri ve onunla kurulan iletişim biçimi düşük okul başarısını etkileyen önemli faktördür. Okulda başarısız olan 7-17 yaşları arasındaki 50 çocuk üzerinde, ülkemizde gerçekleştirilen araştırmaya göre; başarısız çocukların %66'sının "babalarının kendilerine zaman ayıramayacak kadar meşgul oldukları", % 46'sında dikkatsizlik ve dalgınlık belirtilerine rastlanıldığı, % 32'sinin arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin kötü olduğu, %36'sının otoriteye karşı olduğu, % 24'ünde yalan, % 24'ünde de tırnak yeme saptanmıştır. Bu bulgular da bize, okul başarısızlığında aile faktörünün önemli derecede etkili olduğunu göstermektedir.
Çocuk, anne-babanın okul ve eğitim konusundaki düşünce ve duygularını kendine mal eder, bir anlamda özdeşleşir. Eğitimsel süreçlere değer veren ve öğretmen çabasına saygı duyan anne-babalar, olumlu tutumları desteklemekte, öğretmene saygısı olmayan veya uzun bir eğitim görmemiş olmalarına rağmen yaşamda başarılı oldukları konusunda övünen aileler, genellikle olumsuz etkide bulunmaktadırlar. Benzer şekilde, eğitimin önemli olduğunu söyleyen ancak, ancak buna karşın, okuma ve öğrenmeye hiçbir kişisel ilgi göstermeyen anne-babalar da, çocuğunun okula duyduğu veya duyacağı ilgiye engel olmaktadır. Öğrenim düzeyinin yaşamda ilerleme yolunda taşıdığı önem konusunda şüpheleri olan anne-babalar, çocuklarının okuldaki başarı durumlarına pek ilgi göstermezler. Çocuklarını okuldaki başarıları sebebiyle çok az ödüllendirirler, bunun doğal sonucu olarak, bu çocukların okul başarısı olumsuz açıdan etkilenir.
Çocuk ve gençlerle çalışan uzmanlar, çok sık olarak ailelerden şu yakınmayı duyarlar: "Derslerine karşı hiç ilgi duymuyor, çocuğumuzu nasıl yönlendirebiliriz?" Bu yakınma, genellikle ailenin sözel ifadesine karşın, temelde okula karşı kendilerinin geliştirmiş ve çocuklarına yansıtmış oldukları olumsuz bir tavrı da yansıtabilir.

Okul Başarısızlığı Karşısında Anne-Baba Tutumları
Bazı anne-babalar için başarısızlık kabul edilmez. İlk çocukluktan itibaren çocuklarında zeka belirtileri ararlar. Her gülümseme, her davranış, her soru, her düşünce onlar için zeka belirtisidir. Daha sonra çocuklarına bunları sergiletmeye başlarlar. Bunun çocuk için zararlı olabileceğini akıllarından geçirmezler.
Diğer bir grup anne-baba, gelecekteki engelleri bir türlü düşüncelerinden silemezler. Aile içinde hep bundan söz edilir. Çocuklarını bunlarda haberdar etme gereğini duyarlar. Okulda, öğretmene kaygılarını, ne kadar dikkatli davrandıklarını dile getirirler.
Çoğunlukla anne-babalar, bir tutumdan diğerine geçerler. Bazen iyimser tahminlerde bulunurlar: "İstersen doktor ya da mühendis olabilirsin" , bazen de endişe ile uyarırlar: "İyi çalışmıyorsun, hiçbir zaman ailenin hayatını kazanamazsın" vb... Bu yolla çocukların duygusal dengeleri bozulabilir.
Okul başarısızlığı belirdiğinde, kimi anne-babalar, bunu olmamış gibi kabul ederler. Bu tutum, güçlüklerin varlığını kabul etme zorluğundan ileri gelir. Öğretmenle karşılaşmamaya çalışırlar , çocukla konuşmaktan kaçarlar.
Tüm aileler başarısızlık karşısında kaçma ya da yadsıma tutumu içine girmezler. Bazı anne-babalar, en küçük bir hataya bile müdahale ederler. Alınan notlar, sıralamadaki düşüş, öğretmenlerin uyarısı, anne-babanın şiddetli tepkilerine yol açar. Çoğunlukla bu müdahaleler ilk önce öğretmen yanında yapılır. Genelde en çok yapılan, başarılı çocuklarla veya anne-babanın kendisiyle kıyaslamalarıdır.
Çeşitli ödül ve ceza tipleri vardır: Gezmeye izin verme, hediye, harçlık ya da bunlardan yoksun bırakma vb...
Bazı aileler, en iyi etkiyi sağlayıncaya kadar birçok metodu denerler. Sonucunu beklemeden birinden diğerine geçerler. Bazısı ise hem ödüllendirme, hem cezalandırma yoluna gider, çocuk bu durumda şaşkınlığa uğrar.
Başarısızlık duygusu, anne-babaların, çocuklarının güçlüklerine doğrudan katılmalarına sebep olur. Çocukların her ödevi ile ilgilenerek, kontrol ederek, düzelterek, adım adım izleyerek yardım ettiklerini sanırlar.
Anne-babalar, başarısızlıktan tümüyle kendini sorumlu tutar. Bazen de bilinçsizce savunma tepkisi içine girer. Anne-babalar, kendilerini suçlu hissettikçe başarısızlık karşısında hatalı hareket ederler. Problemi çözmek için öncelikle bu duygudan kurtulmaları gerekir. Ve şunu bilmelidirler ki, kendileri tek sebep değildir.. Bunun yanı sıra, okul başarısızlığı çocuktaki organik ya da psikolojik bir bozukluğun belirtisi olabilir. Başarısızlığın ardındaki sebepler iyice araştırılmalıdır.

Başarısız Çocuğun Tutumları
Anne-babalar, başarısızlık karşısında endişe duyarlar. Çocuklarında ise oluruna bırakma ve kaygısızlık gördüklerini söylerler. Başarısızlıktan çok ilgisizliğe kızarlar. Yapılan uyarıların uyarıcı görevini yapmasını, hemen çocuğu çalışmaya, başarısını yükseltmeye götürmesini beklerler. Çocukta vazgeçme, bırakma tepkisini belirlediklerinde, buna tembellik, bilinçli çalışmama adını verirler.
Çocuğun aynı bakış açısına sahip olması kolay değildir. Öncelikle sıkılmıştır, utanmıştır, sebepleri kendi kendine açıklayamamaktadır. Çoğunlukla başarısızlığın sebeplerini görmezden gelir. Bazen de başarısızlığın sebeplerini bilmez. Anne-babalara yöneltilen bu tür tutumlar, düşünülmüş, bilinçli bir tepki değildir. Bunlar, çocuğun henüz gelişmemiş kişiliğinin, güç bir durum karşısında gerçekleştirdiği beceriksizce savunma girişimleridir.
Bazı öğrenciler başarısızlıklarını gizler, daha iyi notlarından söz eder. Karne ile durumunun anlaşılacağını düşünmez. Diğerleri ise, saklamak için çeşitli işlemleri dener. Birçoğu yaptığının fark edilmeyeceğini sanır. Çok azı sonuçtan endişe duyar. Bu dönemde gerilim ve endişe ile çalışmaları daha kötü olur. Yaptıklarının keşfedilmesi bir tür kurtulmadır.
Başarısızlıktan kurtulmak için bundan başka yollar da vardır. Kimi çocuklar, kendilerini sorumlu tutmazlar. Öğretmenlerini haksız, sinirli, hiçbir şey bilmeyen olmakla, sıra arkadaşını çok konuşmakla ve kendisini çok meşgul etmekle suçlarlar. Çocukların çoğu okul problemleri karşısında duyarlılık gösterir. Davranışları anne-babanın tutumunun etkisindedir. Çocuğu uyaran anne-babanın mutluluğudur. Başarı sağlayamazsa onları üzeceğini, sevgilerini yitireceğini sanır. Başarısız olduğunda ona bağırır ve cezalandırırsak sevildiğini nasıl hisseder? Sevilmek için mi başarılı olması gerekir? Başarısızlıkla gelen öfke, kızgınlık, surat asma onda kırıklık oluşturur.
Anne-babanın aşırı dikkatli davrandığı durumlarda çocuk, başarısızlığın anne-babanın kendisiyle ilgilenmesine sebep olduğunu fark eder. Bu durumdan hoşnut olur ve tekrarlamak isteyebilir.
Bazı çocuklar, başarısızlıkla övünürler. Kötü notlardan neşe ile söz ederler. Bu durumda çocuk, çift yarar sağlar: Suç ve hata karşısında ailenin tepkisini tanır ve bu yolla yansıtır.

Akran Gruplarının Etkisi
Çocuğun üyesi olduğu akran grubunun değer yargıları da motivasyonu etkiler. Bu akran grubuna kabul edilme ihtiyacı o denli güçlüdür ki, eğer bu grup okul başarısını önemsemiyorsa gruba kabul edilme ihtiyacı tüm akademik motivasyonlardan daha ağır basabilir.

Düşük Okul Başarısındaki Psikolojik Faktörler
Öğrencilerin akademik potansiyellerini gerçekleştirememelerinde rol oynayan psikolojik faktörleri şöyle sıralayabliriz:

Gelişimsel Özellikler ve Psikopatolojik Sorunlar
Bilişsel, fiziksel ve duygusal olgunluk yetersizlikleri, okul başarısını etkiler. Bu gelişimsel düzensizliklerle genelde ergenlikte karşılaşılır ve daha çok ortaokul ve lise düzeyindeki başarıyı engelleyici rol oynarlar.
Bilişsel Olgunlukta Yetersizlik
İlk kez Piaget'nin tanımladığı gibi, birey, çocuk düşünce şeklini karakterize eden somut işlemlerden olgun kognisyonu karakterize eden formel işlemsel düşünceye ergenlik döneminde geçer. Bu dönemde düşüncelerin sözel olarak ifadesi daha gelişmiştir, artık sadece olanı değil, olabilecek olanı da anlayabilmektedir. Olasılıklar, hipotezler, gerçekler, gerçekdışı mantık ve mantıksal yargıları kavrayabilme gencin gücü dahilindedir.
Ergenin soyut düşünce yeteneğinin gelişmiş olması beklendiğinden, müfredat programı da bu beklenti doğrultusunda hazırlanır. Bilişsel açıdan olgunlaşması yaşıtlarından yavaş olan öğrenci, geçici olarak sınıf düzeyinin altına düşer.
Fiziksel Olgunlukta Yetersizlik
Puberte (buluğ-ergenlik) gelişiminin gecikmesi, ergenin okul görevlerine konsantrasyonunda engelleyici rol oynar. Yaşıtlarına kıyasla geç olgunlaşma, gencin kendine güvenini zedelemekte, kişisel ve sosyal uyumunun bozarak yetişkinliğe geçişi güçleştirmektedir. Ayrıca, kızlarda geç olgunlaşma kadar erken olgunlaşma da endişe yaratabilmektedir. Yaşıtlarını boy ve ikincil cinsel karakteristikler açısından geride bırakan kız ergen, geçici bir soyutlanma(dışlanma) duygusu yaşamaktadır.
Psikopatolojik Sorunlar
Bunalım ve endişe hallerinin tüm şekilleri, ergenin okul başarısında engelleyici rol oynar. Psikolojik düzensizliğin belirli bazı halleri -şizofreni ve depresyon gibi- başarısızlık olasılığını yükseltirler. Düşünce süreci sağlıklı olmayan çocuk, doğal olarak başarısız olacak ve bu başarısızlık çoğu kez var olan düzensizliği daha da yoğunlaştıracaktır.
Düşük Okul Başarısında Hatalı Aile-İçi Etkileşim Süreçlerinin Rolü
Yanlış aile-içi etkileşim biçimleri:

Aile üyelerine karşı duyulan çözümlenmemiş kızgınlık duyguları, anne-baba ve kardeşlerle yarışamama korkusu ve pasif agresif davranış stilinin belirlediği öğrenme güçlükleri psikolojik düzensizliği oluşturur.
Pasif -agresif davranış doğrudan ifade edilemeyen, kızgınlık ve küskünlük duygularının dışa vurulmasına yarayan amaçlı faaliyetsizlik olarak tanımlanmaktadır. Pasif-agresif çocuk, açıkça karşı koymaktansa, faaliyette bulunmamakla karşı koyar. Kendisinden beklenen şeyleri yapmayı reddeder. Bu yolla yaşamındaki önemli kişileri kızdırır. Bu tür çocuklar, tanımlandıklarında genellikle tembel, ilgisiz ve motivasyondan yoksun öğrenci olarak adlandırılır. Pasif-agresif düşük başarılı öğrenci, arkadaşlarından daha az ders çalışır, ödevlerini tamamlamaz, sık sık ödevinin ne olduğunu defterine yazmayı unutur, sınavdan önce yanlış yeri çalışır, verdiği sınav kağıdında çoğu kez "görülmemiş" veya "atlanmış" bölümler göze çarpar. Potansiyelinin elverdiği notları almaktan özellikle kaçınır.
Psikolojik testler, görüşmeler, öğretmen değerlendirmeleri ile yapılan ölçümlerde okul başarısı düşük olan ergenlerin başarılı olanlara kıyasla , ailelerine daha çok kızgınlık duydukları görülmüştür.
Yapılan çalışmalar, başarısız ergenin kızgınlığının temelinde anne-baba otoritesini red isteğinin yattığını, ergenin otoriteyi kısıtlayıcı ve haksız olarak algıladığını göstermiştir. Ailenin tutumu gerçekten çocuğun algıladığı biçimde olmayabilir. Ancak arzulanan başarıyı gösteremeyen ergenin, aile otoritesini algılayışı bu doğrultuda olmaktadır. Pasif-agresif düşük başarılı ergen için kötü not kızgınlığını göstermede dolaylı bir yol, bir araç işlevini görmektedir.
Sık karşılaşılan durumlardan biri, ailenin, çocuğu içi arzuladığı akademik amaçların çocuk tarafından reddedilmesidir. Ailenin idealleri, çocuğunkilerle çatıştığında çocuk, amaç ve planları açık olarak reddedemez ve düşük başarıyı kendini bunlardan soyutlamak için kullanabilir.
Aile üyeleriyle eş düzeyde başarı gösterebilme ve onlardan geri kalmama endişesi de başarısızlık korkularına yol açar ve bu gerçek, başarısızlığı da beraberinde getirebilir. Potansiyel güçleri ne olursa olsun, başarısızlık kaygısı duyan öğrenciler, genellikle başarılı bir anne-baba veya kardeşlerle haksız bir kıyaslama yaşamış kişiler olmaktadır. Doğrudan veya dolaylı yoldan ailenin standartları düzeyine erişememiş olduğu ifade edilen ergenin hayal kırıklığı, onun maksimum çabasını göstermekten vazgeçmesine yol açabilmektedir.
Başarısızlık Karşısında Anne-Babalar Çocuğa Nasıl Yardımcı Olabilir?
Başarısızlığın utançla karşılandığı ortamlarda, güçlüklerin üstesinden gelinemez. Bu sebeple anne ve babaların ilk yapacağı, çocuğun, başarısızlığın aile içinde utanç verici bir durum değil, çaba gösterilince aşılacak bir engel olarak kabul edildiğini anlamasını sağlamaktır.
Anne-babaların, karnedeki başarısız notlara dayanarak çocuklarını katı bir dille suçlamamalarını, onları oyun ve tatil saatlerini ortadan kaldırarak ağır bir biçimde cezalandırmamalarını önermekteyiz. Zihinsel düzeydeki bilgiyle ilgili hatalar ahlaki hata gibi değerlendirilmemelidir. Düzeltildiğinde başarısızlık silinir. Ders bilinmiyorsa, eksik kalan bir şey varsa yeniden öğretmek yeterli olur. Ancak bu işlemler duygusal dünya üzerinde iz bırakmamalıdır.
Başarısız çocuklarına yardımcı olmak isteyen anne ve babalar, çocuğun tüm ödevlerine katkıda bulunarak, onlar için çalışıp araştırarak, evin düzenini onlar için değiştirerek gerçek yardımda bulunduklarını sanırlar, oysa önemli olan çocuğun tek başına kendi sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenmesidir. Anne ve babanın, çocuğun çalışmasına güvenli ve sıcak bir ilgi ile katkıda bulunması, gerekli durumlarda çocuğun yönelttiği sorulara yardımcı olması yeterlidir.
Anne-babalar, çocuklarını başarılı kardeşleriyle kıyaslama yolunu denememelidir. Böyle bir durumda başarısız çocuklar, diğer kardeşlerinin "başarılı" notlar yoluyla anne ve babalarını ellerinden aldıklarını düşünürler.
Anne-babalar, çocuğu başarısızlığa itebilecek çok sayıdaki faktörü göz önünde tutarak durumu değerlendirmeli ve buna göre tedbir almalıdırlar. Başarısızlığın kökeninde aile hayatının düzensizliği, televizyon izleme, internette çok vakit geçirme, anne-baba geçimsizliği bulunabildiği gibi, okul hayatı, öğretmenin davranışlarının da rol oynayabileceği akıldan çıkartılmamalıdır. Bunun yanı sıra, okul başarısızlığı, çocuktaki organik ya da psikolojik bir bozukluğun sonucu olabileceğinden, gerek zihin kapasitesine ilişkin, gerekse duygusal kaynaklı sorunlarını çözümleyebilmek için bir uzmana başvurmalıdır.
Kısaca anne-babalar, zayıf notlar karşısında paniğe kapılmadan, öncelikle başarısızlığın sebeplerini araştırmalı ve çocuklarıyla birlikte çözüm yolları aramalıdırlar. Anne-babalar, çocuklarına güvenerek, yakın ilgi göstererek başarılarından dolayı zaman zaman ödüllendirerek onlara destek olmalıdırlar.
Ayrıca anne-babalar, çocuklarının kaygılarını artıracak yaklaşımlardan kaçınmalı, başarılı olmak için çok çalışmak yerine etkili çalışmak gerektiğini kabul etmeli, bunun için de çocuklarına zamanı programlı olarak kullanmayı öğretmelidirler.

Aznif GÜRGEN
Pedagog


Kaynak: Prof. Dr. Haluk Yavuzer , "Ana-Baba ve Çocuk"


Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocuklarda İstenmedik Sözlerin (argo-küfür) Kullanım

Dil gelişiminin en yoğun yaşandığı 3-12 yaş arasında çocuklar zaman zaman argo ifadeler, küfür içeren, çirkin, kaba kelimeler kullanırlar. Özellikle de 3-5 yaş arası çocuklarda dil becerilerinin hızlı gelişimi ve duyduklarını taklit etmeleri sebebiyle kötü söz kullanımına daha sık rastlanır.
Çocuk, aile veya çevreden duyduğu birçok kelimeyi anında hafızasına alır ve yakın bir gelecekte de bu kelimeyi kullanır. Bu kelimeler, kabul edilebilir veya olumlu olabileceği gibi kötü içerikli de olabilir. Özellikle de küçük çocuklar, anlamlarını bilmeseler de kötü sözcükleri söylemeye devam ederler. Bir anda küfürlü konuşarak anne-babayı şaşırtırlar. Anne-baba ise "Böyle konuşmayı nereden öğrendin?" diyerek çocuğa tepki gösterirler. Tepki gösterildiğinde; çocuk size kızdığında ve bunu bir şekilde size belli etmek istediğinde bu kelimeyi yeniden kullanacaktır. Çünkü çocuk, bu kelimenin anne-babayı kızdıracak bir şey olduğunu öğrenmiştir. "Ağzına acı biber sürerim", "bak döverim" gibi ifadeler çocuğun bu kötü davranışını daha da pekiştirir. Ayrıca çocuk "ayıp" bir kelimeyi ilk söylediğinde anne-baba kahkaha atar ya da gizlemeye çalışarak hafifçe gülerse, çocuk bunu fark eder ve kelimeyi tekrar söyler. Gülerek veya öfkelenerek tepki vermek çocuğun kötü söz söyleme davranışını pekiştirir. Çocuğun öfkesi geçtikten sonra durum hakkında çocukla uygun bir üslupla konuşulması gerekir.
Çocuklarda dikkat çekme arzusu da fazladır. Özellikle olumlu davranışları yeteri kadar ilgi çekmeyip, takdir edilmeyen çocuk, ilgi çekmek için olumsuz davranışlara yönelebilirler. Varlığını ancak bu tür davranışlarla ortaya koyacağına inanıyorsa, küfür gibi olumsuz davranışları tekrarlar. Anne-babalar iyi ve olumlu davranışları sıradan, doğal şeyler gibi karşılamayıp, çocuğa gereken takdir ve ilgiyi göstermeleri gerekir.

Çocukların İstenmedik Sözleri Söylemelerinin Nedenleri

1- Dikkat çekme,
2- Yetişkinleri şok etme, şaşırtma, rahatsız etmenin verdiği eğlenceli durum,
3- Ağızdan kaçıverme. Bu aşırı engellenme, kızgınlık, fiziksel bir gerginlik durumunda doğal bir tepkidir.
4- Bazı çocuklarda yetişkin olmanın, olgunlaşmanın bir sembolü olarak,
5- Bir savunma davranışı veya isyan ederek bağımsızlığını ortaya koyma,
6- Akranları tarafından onaylanma amacıyla bu tür sözleri kullanabilmektedir.

Anne-Babalara Öneriler

1- Kötü sözleri nereden öğrendiği tespit edilmeli. Eğer aileden duyuyorsa çocuğun söylemesini istemediği kelimeler kullanılmamalı, çocuğun yanında kullanılan kelimelere dikkat edilmeli.
2- Çocuğun öfkesini uygun yollarla kontrol altına almayı öğrenebilmesi için doğru model olunmalı.
3- Uygunsuz kelimeleri, arkadaş ortamından etkilenip öğrendi ise ani tepkiler verilmemeli, bir şey olmamış gibi davranılmalı. Belli bir süre sonra "Senin kullandığın daha güzel sözler var, arkadaşının kullandığı bu sözlere ihtiyacın yok" diyerek onun kendisine ait olan olumlu özelliklerinin fark etmesi sağlanmalı.
4- Bir şeye kızdığında ya da üzüldüğünde bu duygunun ifade biçimi olarak kötü söz kullanıyorsa çocuğa duygularının doğru olarak ifade edebilme yolları öğretilmeli, yaşadığı durum ve duygusu çocuğa açıklanmalı. "Arkadaşın oyuncağını aldığı için kızıyorsun, seni anlıyorum ancak kullandığın bu söz iyi bir kelime değil; bunun yerine kızdığında arkadaşına "sana çok kızdım", "sinirlendim" gibi duygu anında kullanabileceği kelimeler öğretilmeli.
5- Kızılmamalı ve rencide edilmemeli, duruşunuz ve halinizle üzüldüğünüz belli edilmeli.
6- Çocuk küfürlü konuştuğunda abartılı şaşkınlık veya kızgınlık gibi tepkiler verilmemeli, dikkatti başka noktaya çekilmeli.
7- Kesinlikle dövme, bağırıp çağırma , tehdit etme gibi cezalandırmalara gidilmemeli.
8- Çocukların size olan kızgınlık ve kırgınlıklarını rahatça ifade edebilmelerine izin verilmeli.
9- Tiyatro, spor, çeşitli hobiler vb. etkinlikleri arttırılmalı. Yaratıcı faaliyetler çocuğun kötü alışkanlıkları edinmesini azaltmaktadır.

Aile, çocuğun kötü söz duymasını engelleyemez. Ancak çocuğa terbiye ve ahlak kurallarını öğreten anne-babalar, bu durumdan korkmamalı. Çocuk bir süre kötü sözleri kullansa bile iyi ve güzel örnek görmesi halinde kötü davranışını terk edecektir.


Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak:
www.antalyapsikiatri.com
www.kimpsikoloji.com

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

Yeni Kardeş


Çocuklar için, yeni kardeş, yaşına, cinsiyetine, doğum sırasına, anne babasının ona karşı tutumuna göre farklılık gösterir. Ancak genellikle ailenin yeni üyesi evde heyecan yaratır. Bu durum büyük çocuk için de bir heyecan kaynağıdır. Çünkü yeni birey, evde ilgi odağı olur, misafirlerin dikkatini çeker, herkes yeni bebeği görmeye gelir ve büyük çocuğa "kardeşin geldiği için seviniyorsun değil mi?", "onu çok seviyorsun değil mi? gibi sorular sorarlar. Bu durum onda duygusal karışıklıklara neden olur. Bebeği sevsin mi, yoksa bu kadar dikkat çektiği için onu bir rakip olarak mı görsün şaşırır, kaygılanır ve heyecanlanır.
Çocuklara yeni kardeşi olacağını anlatmak bazen sanıldığından daha zor olabilir. Çocuk, anne ve babasının ilgisinin artık kendisinde değil de kardeşinde yoğunlaşacağını düşündüğünden kardeşinin kabul etmekte zorlanabilir. Bazen de anne-babanın endişesi çocuğun kardeşi konusunda endişelenmesine yol açar.
Yeni bir bebek geleceği çocuğa ne zaman ve nasıl söylenmeli?
Çocukların zaman kavramı yetişkinler gibi işlemez. Sabırsızdırlar ve dokuz ay beklemek onlara uzun gelir. Hem süreyi kısa tutmak hem de risk tetkiklerinin yapılarak olumlu sonuçların alındığı ve doğumun kesinleştiği aylardan sonra (4. veya 5. aylarda) çocuğa haberi vermek daha yararlıdır. Ancak aile, çocuğa açıklamadan önce çocuk çevreden duyup ailesine sorular sorarsa yalan söylemeyip durumu anlatmak gerekir. Diğer yandan güven duygusunun zedelenmemesi için çocuğu annedeki fiziksel değişiklikleri fark etmeden önce bilgilendirmek gerekir.
Konuşma çocuğun kendini huzurlu hissettiği, sakin ve çok fazla yabancı insanın bulunmadığı bir ortamda yapılmalıdır. Konuşmada kurulan cümlelere, ses tonuna ve tavırlara dikkat edilmelidir. Anne-baba ne kadar rahat olursa çocuk da o kadar rahat olur. Çocuğa basit bir dille evde yaşanacak değişimler anlatılmalı, çocuğun sorduğu sorular sabırla yanıtlanmalıdır. İyi niyetle söylenmiş "seni de onun kadar seveceğiz, sen ilk göz ağrımızsın" tarzında cümleler çocukta soru işaretlerine neden olup, bu da kardeşine olan rekabet hissini tetikleyebilir. Olanları somutlaştırıp, anlamasını kolaylaştırmak için çocuğun bebeklik fotoğrafları gösterilerek o dönemlerden bahsedilebilir. Çocuğun olumlu ya da olumsuz duygularını ifade etmesine olanak sağlamak gerekir. Ona bir oyun arkadaşı geleceğini söylemek ise sonraki süreçte sıkıntı yaratabilir. Doğduğunda çok ufak ve kırılgan olan kardeşiyle oynayamadığını görmek, onda hayal kırıklığı yaratacak ve zaman kavramı tam yerleşmediği için "biraz büyümesini bekle" tesellileri yeterli olmayacaktır.
Çoğu zaman şu sorular çocukların kafalarını kurcalar: Acaba bende yolunda gitmeyen bir şey mi var? Yalnız başıma onlara yetmiyor muyum? Acaba beni sevmeye devam edecekler mi? Yeni bebeği sevip, beni tamamen unuturlar mı?
Yeni kardeşin doğumuyla çocuk terk edilmişlik ya da hiçbir işe yaramayan bir şey olma duyguları içinde kalabilir. Unutmamalıdır ki; yeni kardeşin gelişi, büyük çocukların hayatının en derin izler bırakan dönemlerinden biri olabilir.
Yeni Kardeşin Farklı Cinsiyette Olması
Bu durumu etkileyen en önemli nokta bebeğin kabulüdür. Eğer çocuklar bebeğin gelişini kabul ediyorlarsa ve olumlu bir tutum geliştirebilmişlerse cinsiyet ayırımına girmeyebilirler. Ancak genellikle tercih kendi cinsiyetlerinden yanadır. Bazı çocuklar, özellikle anne olmaya özenen küçük kızlar yeni kardeşin gelişinden heyecan duyar. Bebekleriyle oynamayı seven ve beş altı yaşlarında olan kız çocukları kardeşlerine büyük bir ilgi duyarlar ve evde bir bebeğin olması genellikle onlar için bir zevktir. Erkek çocuklarsa dünyaya gelen bebeğin cinsiyetine göre davranabilirler. Erkekse biraz daha mutlu olurlar ve onunla top oynayacakları günü iple çekerler.
Tek çocuk veya birden fazla çocuk yeni kardeşin gelişine beklenenden farklı bir tepki vermezler. Yaşları birbirine yakın ve birçok konuda anne-babalarına muhtaç kardeşlerin anne-babasının ilgisini daha fazla çekmek için rekabet halinde olduğu bir gerçektir. Ancak rekabetin sadece evdeki kardeşler arasında olmadığını, bir sınıfta, oyun grubundaki çocuklar arasında da var olduğu unutulmamalıdır.
Anne-Babalara Öneriler
Yeni bir çocuk dünyaya getirmek anne-babanın vermesi gereken bir karardır. Bazen çocuklar oyun arkadaşı istedikleri için anne-babalarına kardeş yapmaları konusunda ısrarcı davranabilirler. Ancak anne-baba yeni bir çocuğa hazır değilse sırf çocuk ısrar ediyor diye yeni bir çocuğu dünyaya getirmeleri doğru olmaz. Bu süreci ailenin istiyor ve göze alıyor olması önemlidir. Aynı şekilde çocuğun yeni kardeş istemiyor olması da anne-babanın alacağı kararı etkilememelidir. Öncelikle bunun çocuğun isteğinden bağımsız bir durum olduğu çocuğa kavratılmalıdır. Bir kardeşe sahip olmanın olumlu yanları anlatılıp yakın çevreden örnekler verilmeli ve bu süreci kabul etmesi için çocuğa zaman tanınmalıdır.

Bütün ihtiyaçları anne-babası tarafından karşılanan ve bütün ilgi ve sevgiyi üzerinde toplayan çocuğun, yeni bir bebekten sonra kendisine ilginin azalacağı ve sevginin paylaşılacağı düşüncesiyle kardeşini kıskanması doğaldır. Kardeşi doğduktan sonra ani değişimler yaşayan çocuk, bunların nedenini kardeşinin doğumuna bağlar. Bu yüzden; annenin, çocuğun normalde karşıladığı bazı ihtiyaçlarını hamilelik döneminde baba ya da ailedeki başka bir üye devralmalıdır. Örneğin günlük park gezilerini babanın yaptırması gibi…

Anne-babaların fark etmesi gereken önemli nokta şudur ki; çocuğun öfke duyduğu kişi aslında yeni doğan kardeşi değil, çoğunlukla artık ona eskisi gibi davranmadıklarını düşündüğü anne-babasıdır. Ama çocuk bu öfkeyi, ona değişimlerin somut kaynağıymış gibi gözüken kardeşine yansıtır. O yüzden çocuğun kardeşine yönelik olumsuz davranışları önlenmek isteniyorsa aşırı tepki göstermeyip bu konudaki duygularını ifade etmesine izin verilmelidir. Aşırı tepki vermek hem çocuğun öfkesini arttıracak hem de daha sonrasında bunu ilgi çekme amaçlı kullanmasına neden olacaktır. Anne-babaların doğru tutumu sergilemek adına zorlandığı bu gibi kritik durumlarda bir uzmandan destek almaları da önemlidir.


Aznif GÜRGEN
Pedagog


Kaynak:
Yeni Anne Dergisi Aralık 2011
www.psikoloji.com.tr

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocuk ve Ergenlerde Travma

Travma; kişinin hayatında olağan düzenin dışına çıkan ve genellikle beklenmeyen bir anda oluşan, insanın baş etme gücünü zorlayan olaylar bütünüdür. Günlük hayatta travma kelimesi herkesin kullandığı bir kelime olmaya başlamıştır. Küçük ya da büyük, bizi mutsuz eden olaylar yaşadığımızda olayları travmatik olarak adlandırırız. Gündelik kullandığımız şekliyle stres seviyemizi arttıran olaylara travmatik olaylar denir.
Genellikle "travmatik olay" kişilerin kendi hayatlarına ya da yakından tanıdıkları kişilerin hayatlarına karşı bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdit ne kadar yakında ve ne kadar büyükse travmanın boyutu da o kadar büyük olmaktadır (www.emdr.com-tr.org).
Travmalar büyük ve küçük travmalar olarak ikiye ayrılır. Büyük travmalar; ani ölümler, doğal afetler, trafik kazaları gibi hayatı tehdit eden ve kişilerin hayatlarını bir anda değiştiren büyük olaylardır. Büyük travmaların bazıları insanlar tarafından meydana getirilmiş bazıları ise doğal sebepler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Çocuğun hayatında beklenmeyen bir anda yaşanan sel, yangın, deprem gibi doğal afetler büyük bir korku, kaygı ve panik yaratarak çocuğun yaşantısını büyük ölçüde etkiler. Doğal afet gibi beklenmedik olaylar kişilerin doğaya karşı daima tetikte olmaları gibi sonuçlar doğurabilir. Buna rağmen suçlanan güç doğa olduğu ve doğal afetler toplumda birden çok kişiyi etkilediği için ortaya çıkan kızgınlık ve nefret paylaşılan duygulardır. Bu nedenle doğal afetler sonucundaki nefret ve öfkenin yoğunluğu, insanlar tarafından oluşturulan felaketlere oranla daha az olabilir.
Küçük travmalar ise psikolojik tehdit içeren olaylardır. Bunlar aşağılanma, terk edilme, başarısızlık, duygusal ihmal, ayrılma ve boşanma gibi olaylardır. Dışardan bakıldığında büyük travmalar kadar önemli gözükmeseler de olayı yaşayan kişi için önemlidir. Örneğin sınıfta kalmak ya da sevgili tarafından terk edilmek bir yetişkine çok önemli gözükmese de, bu olayları yaşayan çocuk ve gençlerin hayatlarında bir travmaya sebep olur.
Bu tip doğal ya da insanlar tarafından gerçekleştirilmiş felaketlerden sonra çocuk ya da gençlerde "Travma Sonrası Stres Bozukluğu" görülebilir.
Çocuk ve gençlerde Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısını arttıran üç risk faktörü vardır. Bu faktörler şunlardır:
Travmatik olayın şiddeti,
Ailenin travmatik olaya olan tepkisi,
Travmatik olaya olan fiziksel yakınlık.
Tahmin edileceği gibi şiddeti en yüksek travmalarda Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısı artmaktadır. Bunun yanında ailesinden yüksek oranda destek alabilen çocuk ve gençlerin bu tanıyı alma oranları daha düşüktür. Ayrıca travmatik olaya fiziksel yakınlık da bu tanının alınmasını artıran bir unsurdur.
Bunun yanında kişi geçmişinde travmaya maruz kalmış ise bir sonra maruz kaldığı travma sonrasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısı alma olasılığı yükselir (Hamblen & Barnett, 2011)

Çocuk ve Ergenlerde Travmanın Belirtileri
Travmatik yaşantılar çocukların gelişimini büyük ölçüde etkilemektedir. Travma ve sonrası yaşananlar çocuklarda sadece ruhsal gelişimi etkilemekle kalmaz, aynı zamanda çocukların bilişsel, sosyal ve kişilik gelişim alanlarında da geri kalmasına neden olur ( Donnelly C, 2006: akt. Şişmanlar, 2010).
Klinik raporlar ilkokul çağı çocuklarının travmayı anımsatan ve sıkıntı veren anıları görsel olarak tekrar yaşamadıklarını göstermektedir. Çocuk ve ergenlerde, yetişkinlerde karşılaşılmayan zamanı karıştırma ve kehanette bulunma görülür. Çocuk ve ergenler travmayı anlatırken tarihleri karıştırabilirler. Ayrıca travmatik olaydan bazı sinyallerin var olduğuna inanırlar ve etrafı yeteri kadar iyi incelerlerse, gelecekteki kötü olayları bu sinyalleri fark ederek önleyebileceklerini düşünürler.
Okul çağı çocuklarında travmanın kendisini ya da değişik yönlerini konu alan oyunların tekrar tekrar oynanması ve travmanın çizimler ya da sözlerde yeniden canlandırılması görülür.
Travmaya tepki vermek ve travma sonrası davranışları değiştirmek çocuklara oranla daha çok ergenlerde görülür. Buna ek olarak ergenlerde dürtüsel ve agresif hareketler de daha çok görülür (Hamblen&Barnett,2011).

Travmatik Olaylar Sonucunda Çocuklarda Görülen Davranış Değişikliklerinin Bazıları

Uyku bozuklukları, kabuslar
Temel alışkanlık alanlarında farklılıklar, geriye dönüşler
Kıpır kıpır, huzursuz olma
Uykulu, donuk olma, yalnız kalma isteği
Her fırsatta ağlama
Tanıdığı nesnelere aşırı bağlanma
Değişikliklerle baş etmede zorlanma
Anne-babayla olan ilişkilerde farklılık, aşırı talepkar olma ya da tamamen içe kapanma
Kardeşlerle olan ilişkileri daha olumsuz olması, kaygıların artması
Travmatik olayla ilgili takıntılı düşünceler geliştirme, sürekli bu olay hakkında konuşma, bu olayla ilgili oyunlar oynama
Olayın tekrarlanacağı endişesi
Saldırganlık, öfke, suç içeren davranışlar
Okula devamsızlık ve okul başarısında düşüş
Dikkatte azalma/bozulma
Aktivitelere duyulan ilgisizlik
"Takmıyorum" şeklindeki tutum
Küçük olaylara aşırı tepki verme (www.emdr-tr.org;Greenwald,2005) .

Bu davranışların tek sorumlusu elbette travma değildir. Travma çok kuvvetli bir tetikleyicidir ve varolan zayıf olan noktaları bulabilir. Bu zayıf noktalar travmanın da etkisi ile kötüleşir ve problem alanları oluşturur.

Travma yaşamış çocuk ve ergenler genellikle sadece travma yaşadıkları için yardım istemezler. Yardım isteme nedenleri çoğunlukla problemli davranışlarıdır. Öncelikle problemli davranışların nedenlerini araştırmak gerekmektedir.Problemli davranış travma sonrasında oluşmuş hassas bir noktaya dokunulduğu için gösterilen aşırı bir tepki midir?
Bu problemli davranış ne sıklıkla tekrar eder ve tekrar etme nedeni hassas noktalara dokunulduğu için midir? Eğer böyle bir durum varsa bu durumun da araştırılması gerekir.
Travmanın sonunda çocuklar kendileri ve dünya ile ilgili bazı çıkarımlar yaparak olumsuz inanışlar oluştururlar. Bu inanışlara örnek olarak şunları verebiliriz.
Suçluyum
Kötü bir insanım, her şeye ben sebep oldum
Dikkatsizim
Güvende değilim
Normal değilim
Sevilmiyorum, kimse beni sevmiyor vb...

Çocukların bu algıları zaman içinde onların davranışlarını da etkileyecektir. Örneğin kimsenin onu sevmediğini düşünen çocuk içine kapanabilir ya da öfke patlamaları yaşayabilir. Çocuğun oluşturduğu bu algılarda ve bu algıların yerine sağlıklı ve pozitif algılar geliştirmesinde yetişkinlerin rolü büyüktür. Yetişkinler çocuklar ile açık açık konuşmalı, olan olayın nedenlerini anlatmalı, durumu normalize etmeli ve sevgilerini gösterip çocuğun güvende hissetmesine yardımcı olmalıdır (www.emdr-tr.org ).
Travmadan sonra doğal olarak çocuk ve gençlerde davranış değişiklikleri görülmektedir. Görülen bu değişikliklerin azalmaması ve altı ayı aşkın bir süredir devam etmesi halinde, çocuk, daha detaylı bir inceleme yapılması ve yardım alması için bir uzmana yönlendirilmelidir.

Aile İle Çalışma ve Ailenin Bilgilendirilmesi
Psikolojik ya da fiziksel tehdit yaşayan çocukların hayata karşı güven duyguları azalır. Bu durumda anne-babalara ve ailenin diğer büyüklerine önemli bir iş düşmektedir. Çocuklarla yaşanmış travmatik olay hakkında onların anlayabileceği bir dilde bilgi verilmelidir. Verilen bilgiler doğru bilgiler olmalı ve çocuğun soruları olabildiğince açık ve net cevaplandırılmalıdır.
Bazen anne-babalar travmatik bir olay yaşandığında konunun üzerini kapatmayı tercih ederler. Travmatik olayları konuşmak anne-babalar için kolay değildir çünkü onların duyguları ve sinirleri de hırpalanmıştır. Bu gibi durumlarda olay geçiştirilir ve sanki hiç yaşanmamış ya da önemsenmemiş gibi hakkında konuşulmaz.
Böyle durumlar çocuklar için iki sonuç yaratır. Çocuklar olayın anne-babalarını bile çok korkuttuğunu, o yüzden konuşulmadığını düşünür ve olayı olduğundan da daha kötü zannedebilirler. Bir diğer sonuç ise çocukların kendi hayal dünyalarında olayın sebeplerini oluşturmalarıdır.Küçük yaşlarda egosantrik olan çocuklar kendilerini suçlamaya meyillidirler.
Bir örnek vermek gerekirse, babanın anneye şiddet uyguladığı bir ailede şöyle bir seneryo gelişmiş olabilir. Çocuk sütünü dökmüştür, anne dikkat etsene diye kızınca, baba sesini yükselttiği için anneye kızmış ve kavga büyümüş olabilir. Şiddeti gören çocuk kendisini suçlayabilir ve sütü dökmeseydi babasının annesine vurmayacağını düşünebilir. Bu yüzden durum çocuğa açık açık anlatılmalı ve kendisini suçlamasına imkan verilmemelidir. Ailelere şu önerilerde bulunulabilir.
Çocuğunuza yaşanan olay ile ilgili doğru ve detaylı bilgi verin. Bu bilgilerin yaşına uygun olmasına özen gösterin. Sorduğu soruları içtenlikle ve dürüstlükle cevaplayın.
Duygularınızı çocuğun yanında ifade edin. Çocuk sizi olay ile ilgili üzgün ve ağlıyor görebilir. Böyle durumlarda duygularınızı onunla paylaşın. Aynı zamanda sizin için endişelenmesine engel olun. "Evet ben de çok üzgünüm ama merak etme gün geçtikçe daha iyi hissedeceğim, benim için endişelenmene gerek yok" gibi sözler onu rahatlatacaktır.
Sen güçlüsün, halledersin, üzülmezsin" gibi şeyler söylemeyin. Duygularını ifade etmesine, üzgün olduğunu göstermesine izin verin.
Yas süreci hakkında çocuğunuzu bilgilendirin, hissettiği ya da hissedeceği duyguları anlatın. Bu duygu ve davranışların normal olduğunu belirtin.
Çocuğun duygularını dışa vurmasına yardımcı olun; resim, oyun, tiyatro gibi aktivitelerle bu duyguları anlatmasına ortam sağlayın.
Bol bol onu sevdiğinizi söyleyin. Her şeyden çok bunu duymaya ihtiyacı vardır.
Rutinlerinize en kısa zamanda geri dönün. Belirli işleri belirli zamanda yapın. Neyin ne zaman ve nasıl yapılacağını çocuğunuza anlatın. Bu onun güven duygusunu arttıracaktır.
Normal hayatına en kısa zamanda geri dönmesine yardımcı olun. Okula gidiyorsa okuluna devam etmesi, sosyal aktivitelerine devam etmesi, ona sorumluluklar verilmesi travmanın etkilerini azaltacaktır (www.emdr.org).

Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak
Okul Döneminde Karşılaşılabilecek Problem Alanları Ve Başa Çıkma Yöntemleri - Davranış Bilimleri Merkezi

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Okul Olgunluğu

Okul olgunluğu; çocuğun fiziksel, zihinsel, sosyal ve duygusal gelişimi açısından belirli bir düzeye gelmesi ve okulda kendisinden beklenilenleri başarılı bir şekilde yerine getirmeye hazır olmasıdır.
Okul olgunluğu çocuğun kronolojik yaşından çok akademik ve duygusal olgunluğunun yeterli olup olmamasına bağlıdır. Akademik olgunluk ile kast edilen çocuğun ince motor (yazı yazmak için gerekli olan el becerileri), kısa ve uzun süreli hafıza, işitsel ve görsel dikkat, aritmetik muhakeme, sıralama, dil, öğrenme ve çalışma hızı becerilerinin okulda karşılaşacağı akademik yükü kaldırabilmesi için yeterli olup olamadığıdır. Duygusal olgunluk ise sosyal muhakeme, kurallara uygun davranışlar sergileyebilme, sosyal problemleri çözebilme, arkadaşlık başlatabilme ve sürdürebilme, hayal kırıklığı ile başa çıkabilme, öfke kontrolü gibi faktörleri içinde barındıran bir beceriler topluluğudur.
Okul olgunluğuna erişmiş bir çocuk ondan beklentileri rahatlıkla yerine getirebileceği için okula karşı olumlu duygular ve olumlu bir tutum geliştirecektir. Okul olgunluğuna erişmemiş bir çocuk ise, 1. sınıfa başladığında çok zorlanacak, beklentileri yerine getiremeyecek, okula karşı ve kendine yönelik olumsuz duygular oluşmaya başlayacak ve öğrenme motivasyonu kırılmış olacaktır.
Normal gelişim gösteren 5-5,5 yaş (60-66 ay) çocuğu denge kurmada oldukça ilerlemiştir, vücut koordinasyonu gelişmiştir, çatal ve bıçağı iyi kullanır, iğne ve iplikle düğme dikebilir. Baş, vücut, kollar, bacaklar, ağız ve gözlerden oluşan insan çizimi yapabilir, kare ve üçgeni çizebilir, bazı harfleri kopyalayabilir: V,T,H,O,L,A,C,U,Y. Parmaklarını kullanarak sayı sayabilir, 10-12 rengi tanır, daha detaylı resimler çizer (pencereleri, kapısı, çatısı, bacası olan bir ev gibi), adını, yaşını, adresini ve çoğunlukla doğum tarihini bilir, ismini tanıyabilir ve yazmaya çalışabilir. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman ile ilgili konuşurken kelimeleri (dün, bugün, yarın) doğru kullanır, dilbilgisi kurallarına uygun konuşur, hikayeler dinlemeyi ve ayrıntıları ile başkalarına anlatmayı sever, kendi kendilerine giyinip soyunabilir ama ayakkabılarını bağlamakta zorlanabilir. Oysa 1. sınıfın akademik ve sosyal yükünü rahatlıkla taşıyabilmek için bu özelliklerden biraz daha fazlası gereklidir. Kalemi tamamıyla doğru tutması, kendi adını ve soyadını yazması, rakamları birbiri ile aynı boyutta yapması, ağırlık, uzunluk, hacim, zaman kavramlarını algılayabilmesi, ayrıntılı ve iki boyutlu insan çizimleri yapabilmesi, akıcı bir şekilde konuşması, diğer çocuklarla işbirliği içinde oynayabilmesi ve evcilik oynarken arkadaşlarına ve kendisine farklı roller verip bur rollerin gerektirdiği gibi davranabilmesi beklenir. Bireysel farklılıklar söz konusu olduğu için yaş ortalamasının üzerinde gelişen bir 5,5 yaş (66 ay) çocuğu da bu özellikleri gösterebilir.

Çocuğun Okul Olgunluğuna Erişip-Erişmediği Nasıl Anlaşılır?

Zihinsel Gelişim

Sosyal ve Duygusal Gelişimi

Motor Gelişimi

Dil Gelişimi

Dikkat ve Göz-El Koordinasyonu

Çocuklarımızın Okul Olgunluğuna Ulaşmalarını Desteklemek İçin;

Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak
DBE Çocuk ve Genç
meb.gov.tr

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Öğrenme Stilleri


Öğrenmek ve öğretmek için birçok yol vardır. Herkes öğrenebilir ama herkes aynı şekilde öğrenmez. Bütün çocuklara uyan bir öğrenme stili yoktur. Her öğrencinin en iyi öğrendiği yol onun öğrenme stilidir. Bir öğrencinin algılamasını, davranışlarına etki eden bilişsel, duyuşsal ve fizyolojik yapısı, onun öğrenme stilini belirler. Her bir öğrenci yeni ve zor bilgiyi öğrenmeye hazırlanırken, öğrenirken ve hatırlarken farklı ve kendilerine özgü yollar kullanır.
Öğrenme stilleri bakımından insanları görsel, işitsel, kinestetik(dokunsal) olarak üç grupta toplayan çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Çoğunlukla biri ağırlıklı olmak üzere her üç öğrenme stiline de sahip olabiliriz. Bir öğrenme stili diğerinden iyi veya kötü değildir. Herkes yaşamı boyunca tüm stilleri kullanmakta ancak bir tanesini daha fazla tercih etmektedir.
Görsel Öğrenenler
Görerek ve okuyarak öğrenmeyi tercih ederler. Genellikle düzenli ve titizdirler. Karışıklık ve dağınıklıktan rahatsız olurlar. Önce çalışma ortamlarını düzenler, sonra çalışmaya başlarlar. Araç gereçlerinin yeri bellidir ve hep aynı yerde tutarlar. Çalışma odaları, okuldaki dolapları, çantaları, defterleri hep düzenlidir. Düz anlatım dediğimiz öğretim yönteminden yeterince yararlanamazlar. Öğrendiklerinin gözlerinin önüne getirerek hatırlamaya çalışırlar.
Okulda tertipli ve düzenlidirler. Öğretmeni gözleriyle takip ederler. Okul kıyafetleri düzenlidir. Ödevlerini itina ile yaparlar. Sözel yönergeleri takip etmekte zorlanırlar. Yönergeler ne kadar uzun olursa o kadar çok güçlük çekerler. O nedenle tahtaya yazılmasını isterler. Yönergelerin sistemli ve basamaklı olması onları rahatlatır. Kurallara uymak ve disiplinli olmak en büyük özellikleridir. Karmaşık ve ne olacağı belli olmayan işlerde huzursuz olurlar. Planlı hareket ederler. Gördükleri şeyleri görüntü olarak belleğe aktarırlar ve görüntülü olarak hatırlarlar. Harita, poster, şema , grafik gibi görsel araçlarla kolay öğrenirler ve bu araçlarla öğrendiklerini kolay hatırlarlar. Kinestetik ve işitsellere göre çok az yazım ve noktalama hatası yaparlar.
Görsel Öğrenen Çocukların öğrenmelerini ve hatırlamalarını kolaylaştırmak için;
*Çalışabilecekleri derli toplu bir yere ihtiyaçları vardır.
*Bilgi ve kavramları sembol ve resimlere dönüştürmeleri, anlamayı ve bellekte tutmayı kolaylaştıracaktır.
*Öğrenmeleri gereken materyalleri kendileri planlamalı ve organize etmelidirler.
*Öğrenmeyi kolaylaştırmak için harita, şema, şekil ve diğer görsel araçlar kullanılmalıdır.
*Kelimeler yerine sembol, işaret ve grafikler tercih edilmelidir. Ders dinlerken veya konu çalışırken anladığını kısa cümle ya da birkaç anahtar kelimeyle özetlemelidirler.
*Ders dinlerken not almalıdırlar.
*Renkler kullanılabilir.
*Okurken önemli yerlerin altı renkli kalemlerle çizilebilir.
*Problem çözerken istenen ve verilenler renkli kalemlerle yazılabilir.
*Öğrenmekte zorlandığı konularla ilgili, video filmlerinden, slaytlardan ve basılı materyallerden yararlanılabilir, ders görsel malzemelerle mutlaka desteklenmelidir.
İşitsel Öğrenenler
İşiterek, dinleyerek ve tartışarak öğrenmeyi tercih ederler. Ses ve müziğe karşı duyarlıdırlar. Derste kendi kendilerine de olsa konuşurlar. Oyunlarını kendi başlarına oynuyor bile olsalar, sanki yanlarında birileri varmış gibi konuşarak oynarlar. Yaşlarına göre daha kapsamlı cümleler kurarlar, kelime dağarcıkları geniştir. Sessiz okumakta zorluk çekerler, çünkü kulaklarının duymadıklarını okumakta zorlanırlar. Konuşmaları, jest ve mimikleri taklit edebilirler. Sınıf içerisinde sesten çok rahatsız olurlar, Konsantre olabilmeleri için hiçbir sesin olmamasını isterler. Düşünürken de düşündüklerini sesli hale getirirler. En iyi işiterek öğrenirler; fakat öğretmen ders anlattığı sırada konuşuyor olma ihtimalleri yüksektir. O nedenle derse kulak vermeleri gerekir. Yabancı dil öğrenmeye yatkındırlar. Konuşma ve dinleme becerileri çok iyidir. Okuma ve yazma becerilerinde zorlanırlar. Öğrenirken konuşarak veya sesli okuyarak öğrenirler ve hatırlarken de aynı şekilde biri kendilerine okuyormuş ya da söylüyormuş gibi hatırlarlar. Problemde verileni ve isteneni kavramak için sesli düşünürler. Bir kelimenin yazılışını hatırlamak için kelimeyi sesli tekrar ederler. Bulundukları yörenin şivesini ve öğretmenin telaffuzunu hemen kaparlar. Şarkıları baştan sona sadece dinleyerek öğrenebilirler.
İşitsel Öğrenen Çocukların öğrenmelerini ve hatırlamalarını kolaylaştırmak için;
*Ders çalışmak için sessiz bir ortam oluşturulmalıdır.
*Konular tekrar edilirken yüksek sesle okunmalıdır.
*Problem çözerken akıldan geçenler sesli olarak anlatılmalıdır.
*Panel ve seminerlere katılım sağlanmalıdır.
*Anlatırken de iyi öğrendiklerinden, çalışırken anlatım yöntemi kullanılabilir.
*Öğrenmeyi kolaylaştırmak için çalışma grupları oluşturulabilir ya da bir çalışma arkadaşı bulunabilir.
*Öğrenilmesi gereken materyal şarkılara dönüştürülüp ve yüksek sesle söylenebilir.
*Ders çalışırken bilgileri kendi seslerinden kaset, i-pod vb. cihazlara kaydederek kendilerine öğrenme materyali hazırlayabilirler.
Kinestetik(dokunsal) Öğrenenler
Öğrenecekleri şeylerle fiziksel temas kurarak, yaşayarak, yaparak öğrenirler. Bebekliklerinden itibaren sürekli hareket isterler. Dokunmayı ve dokunulmayı severler. Koşma, sıçrama, atlama, yuvarlanma ve büyük motor kasları kullanmayı gerektiren çalışmalardan hoşlanırlar. Evin dışında oynuyorlarsa taşlar, topraklar, kayalar, ağaçlar ile iç içedirler. Temiz kıyafetlerle evden çıkarlar, döndüklerinde gömlekleri sökülmüş, pantolon ve etekleri yırtılmış, düğmeleri kopmuş, dizleri sıyrılmış, üstleri toz toprak içinde geri dönerler. Görseller görüntü belleği, işitseller ses belleği, kinestetikler kas belleği kullanırlar. Eşyalarının karışık olmasından hiç rahatsız olmazlar. Tertipli olmak için çaba göstermezler. Okul hayatında zorlanabilirler. Oturdukları yerde uzun süre duramazlar. Görsel ve işitsel mesajları algılamakta zorlanırlar, ancak yaparak algılarlar. Hareket halindeyken daha iyi öğrenirler. Konuşurken el ve kollarını bol bol kullanırlar. Plan ve programdan hoşlanmazlar.
Kinestetik(dokunsal)Öğrenen Çocukların öğrenmelerini ve hatırlamalarını kolaylaştırmak için;
*Çalışırken kendi istedikleri yerde ve şekilde çalışmalarına izin verilmelidir.
*Çalışırken hareket etmeleri kısıtlanmamalıdır.
*Ellerini kullanabileceği çalışmalar yapılmalıdır.
*Öğrendikleri konuları dramatize ederek daha kalıcı hale getirebilirler.
*Derse konsantre olabilmeleri için ön sırada oturtulmalıdırlar.
*Laboratuvar çalışmaları için fazladan zaman ayırmalı, evde deneyler yapmaları için verilmelidir.
*Konu ile ilgili, müze, tarihi yerler gibi yaşayarak öğrenebileceği mekanlar ziyaret edilmelidir.
*Çalışırken elinde kitap ya da kartlarla ileri geri yürüyebilir, yüksek sesle okuyabilirler.
Öğrenme stilleri bireyin doğuştan sahip olduğu ve onun başarısını etkileyen karakteristik özelliğidir. Öğrenmeyi öğrenmenin temel basamaklarından biri olan öğrenme stilleri öğretmenler, öğrenciler ve aileler tarafından bilinmelidir.
Öğrenme stillerinin bilinmesi tembel veya yaramaz olduğunu sandığımız pek çok öğrencinin sadece kendi stilinin bilinmediği ve dikkate alınmadığı, öğrenemediği veya istenmeyen şekilde davrandığı gerçeğinin anlaşılmasını da sağlayacaktır.

Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak
www.itugvo.k12.tr
www.psikorehber.com
www.egitim.aku.edu.tr
www.gazi.edu.tr
mebk12.meb.gov.tr

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

 

Çocuklarda ve Ergenlerde Ayrışma ve Bireyselleşme Süreci

İnsanın psikolojik doğumunu gösteren ayrılma bireyselleşme dönemi, çocuğun anneden psikolojik olarak ayrılmasını ve kendiniayrı bir birey olarak algılamasını sağlayan bir dönemdir.
Anne-çocuk arasındaki bağlılık hamilelikle başlar. Bebek 9 ay boyunca onu hayatta tutacak kordon bağı ile bağlıdır. Fiziksel olarak doğumla birlikte kesilen bu bağ, ruhsal olarak devam eder. Doğumdan sonraki ilk üç ayda bebek; anne ve kendisini bir bütün olarak algılar. Dördüncü aydan sonra bebek, dış dünyanın farkına varır ve anneyi de farklı birisi olarak algılar. Bu bağlanma aslında anne ve bebeğin ayrışmasının da birinci aşamasıdır.
Emzirme süreci, anne ile bebek arasındaki bağlılığı pekiştiren bir süreçtir. Ancak emzirmenin süresi, bebeğin daha sonraki yaşantısı için etkili belirleyicilerdendir. Emzirme aşamasında annenin bebeğe verdiği kısa engelleme ve bekleme anları bebeğe kendi dışındaki birinin varlığını fark ettirir. Mahrum etme deneyimi, düzenli olarak tekrarlanırsa on iki ayın sonunda bebek, anneden bağımsızlaşır ve yürüme ile birlikte anneden uzaklaşır, dış dünyaya yönelir ve keşif süreci başlar. Bu da ikinci ayrışma dönemine giriştir.
Bir başka ayrışma ve bireyselleşme süreci, çocuğun anaokuluna başlamasıdır. Anaokuluna alışma sürecinde zorlanan çocukların ve annelerin ortak bir kaygıyı paylaştıkları görülür. Anne görünürde çocuğu bırakmak istemekle birlikte aslında henüz onunla bağını koparmaya hazır değildir. Çocuğu ile ayrılık sürecine izin vermeyen anneler, aslında çocuklarının ayrılıklara karşı toleranslarının gelişmesini engeller. Bu nedenle annenin, çocuğa ayrılık toleranslarının geliştiğini hissedebileceği bir alan yaratması gerekir. Bir çocuk "Ben bir başkası olmadan da yapabilirim, bir şeyler becerebilirim ve ben de bir bireyim" düşüncesinin temelini ilk olarak annesinin kendisine tanıdığı alan içerisinde atabilir.
İki yaşından itibaren çocuklar, bazı işleri kendi başlarına yapmak isterler ve bu konuda ısrarcı davranırlar. Yaşına uygun olarak çocuğun bazı işleri kendi başına yapması için fırsat tanımak ve çocuğu desteklemek gerekir. Üç yaşa kadar normal kabul edilen bağımlılığın bu yaştan itibaren azalması beklenir. Kendi başına yapabileceği işler konusunda çocuğu desteklemek, ona yol göstermek, yapabileceği konusunda güven vermek, isteklerini dile getirmesi konusunda fırsat vermek gerekir. Üç-dört yaş çocukları kendi başlarına ya da az destekle yemek yemek, giyinmek, oyuncaklarını toplamak, el-yüz yıkamak, tuvalet ihtiyacını uygun şekilde gidermek gibi işleri yapabilirler. Bu becerilere sahip olan bir çocuğa işini kendi başına yapması konusunda izin vermemek, onun yerine her şeyi yapmak çocuğun anneye olan bağımlılığını arttırdığı gibi özgüvenini de olumsuz yönde etkiler. Bağımlı çocuk; annesinin eteğinden ayrılmaz, kısa süreli de olsa yalnız kalamaz, güvensiz ve ürkek davranır, yaşıtlarıyla ilişki kurmakta zorlanır; sürekli ağlayan, mızıldayan bir çocuk haline gelir.
Altı-on bir yaş çocuklar, okul yaşantılarıyla bilişsel becerilerinin ön planda olduğu, sosyal başarı ve başarısızlıklarla karşılaştığı, aileden farklı diğer yetişkinler ve öğretmenleri tarafından da değerlendirildiği bir dönemdedir. Çocuk, toplumun doğruları ve beklentileri olduğunu, bunlara göre hareket eden bir birey olduğunu fark eder. Eğitilmeye ve öğrenmeye açıktır. Öğrenmek ve kaliteli ürün ortaya koymak, çocuğun birincil önceliğidir. Çocukluk arkadaşları, birlikte kurulan oyun ortamları çocuğun yaşamayı öğreneceği, insan ilişkilerini ve kendi sınırlarını test edeceği bir yaşam alanı haline gelir. Çocuk, bütün bu yaşam alanlarında bağımsızlaşmayı öğrenir.

Ayrışmada Zorluk Çeken Çocukların Okul ve Sosyal Yaşamda Görüntüleri
* Öz bakım becerilerini yetişkin desteği olmadan gerçekleştirememe
* Sosyal ilişki kurmada zorluk yaşama
* Yetersiz sosyal beceriye sahip olma
* Özgüven eksikliği
* Düşünce, duygu ve davranışlarının sorumluluğunu alamama
* İsteklerini ve düşüncelerini doğrudan ifade edememe
* Benlik saygısının düşük olması
* Öğrenmeye dair içsel motivasyonun düşük olması
* Onay beklentisinin fazla olması
* Kendi eylemlerini başlatamama ve düzenleyememe
* Ev ödevlerini tek başına yapmakta zorlanma.

Ergenlik Döneminde Ayrışma ve Bireyselleşme Süreci
Ergenlik dönemi, kişinin yetişkinliğe geçişini ve bir birey olmasını sağlayan, büyük değişim ve gelişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Ergenlik dönemi, fiziksel ve duygusal süreçlerin yol açtığı cinsel ve psikososyal olgunlaşma ile başlar, birey bağımsızlığını, kimlik duygusunu ve sosyal üretkenliğini kazandığı zaman sona erer. Bu dönem biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimsel değişikliklerle karakterizedir.
Ergenlere yaklaşımdaki en büyük zorluk gelişim süreçlerinin aynı anda başlamaması ve her ergende farklı sürelerde başlamasıdır. Onun için aynı sınıftaki ergenler arasında gelişim basamakları açısından fark olduğu gibi, aynı ergenin bir yıl içindeki gelişim süreci de farklı olabilir. Ergenlik döneminde kimlik oluşum süreciyle birlikte bilişsel gelişimin hızlanması, dürtüsel gereksinimlerde ve duygu yoğunluğunda artma, preödipal ve ödipal çatışmaların yeniden alevlenmesi, meslek seçimi, karşı cinsle kurulan ilişkiler, anne babadan ayrılma bireyselleşme sürecinin yaşantılanması gibi nedenlerle ergenler bu döneme özgü zorluklar ve çatışmalar yaşamaktadır.
Ergenlikte ana mesele aidiyet ve özerklik ihtiyacı arasındaki gel-git'lerin yarattığı iç çatışmadır. Gençler aileden bağımsız olmak, bireyselliğini ispatlamak için çabalarken; onların desteğine, sevgisine ve onayına olan ihtiyaçları çelişkili duyguları beraberinde getirir. Özellikle birbirine düşkün ailelerde bireyler arasındaki bağ o kadar yoğundur ki bu ayrışma daha şiddetli geçer. Aile içi gerilim artar, gençler otoriteye karşı koyar, söz dinlemez, öfke patlamaları yaşanır, kurallar çiğnenir. Aslında gençler karşıt durarak ayrışma-bireyselleşmeyi deneyimlemektedir. Gizlilik artar, genç odasına kapanır, gizli günlükler tutulur, oda düzenine (veya düzensizliğine) karışılması ciddi kavgalara yol açar. Bu dönemde gençler kendilerine ait ruhsal bir alana ihtiyaç duyarlar. Kendileri ile baş başa kalıp ihtiyaçlarını, isteklerini, hedeflerini, yaşam değerlerini, yani kendilerini anlamaya, tanımlamaya ihtiyaçları vardır.
Aileler için de bu dönem oldukça kafa karıştırıcı bir hal alabilir. Anne-babaların çocuklarını anlamaya gayret göstermesi, onların içinde bulundukları bu dönemin dinamiklerini n farkında olmaları ve çocuklarının geçirdiği bu süreçte kendi duygu ve ihtiyaçlarını gözden geçirmeleri önemlidir.

Anne-babaların ergenlik çağındaki çocukları ile ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken önemli noktalar:
* Bu dönemde ergenlerin arkadaşlarına yönelmeleri, zamanlarının çoğunu onlarla geçirmek istemeleri doğaldır. Evin dışında, sosyal ortamda bir gruba ait hissetmek onların sosyal gelişimi için gereklidir. Bu durum, aileye bir sırt dönüş olarak algılanmamalıdır.
* Ergenlik, gençlerin anne-babalarından ayrışabilmesini zorunlu kılar. Anne-babalar gençlere kendi bireyselliklerini yaşayabilecekleri alanı tanımlayabilirken aynı zamanda onları anlamaya, dinlemeye hep açık olduklarını vurgulamalıdırlar.
* Gençlerin bireyselleşme egzersizleri zaman zaman uç noktalara kayabilir ve gençler sınırları zorlayabilirler. Bu durum, ergenlerin kılık kıyafetlerine veya tavırlarına yansıyabilir. Bu tip davranışlarla ceza veya yasaklarla baş etmeye çalışmaktansa bunların üzerine konuşabilmek, onlara cazip olabilecek alternatifler sunmak, aile içi ilişkilerin yıpranmasını önler.
* Cinsel gelişim ve kız-erkek ilişkilerine dair gençleri bilgilendirmek önemlidir.
* Ders başarısızlığı, bilgisayar-internet bağımlılığı gibi anne-babaların şikayetçi olduğu durumlar yaşandığında, panik olup gençlere yüklenmektense bu davranışların başka duygusal sıkıntıların bir işareti olma ihtimali değerlendirilmeli, onları anlamaya çalışılmalıdır.
* Bu dönemde gençler özdeşleşebilecekleri modellere ihtiyaç duyarlar. Anne-babaların önce kendi davranışları ile örnek olabilmesi gerekir.
* Arkadaş çevresi, aile dışındaki bu yeni dünyanın ilk ve en önemli katmanıdır. Çocuğunuz o grup içerisinde kendisine saygıdeğer bir yer bulmayı çok önemseyecektir. Akran grubu, ergenlerin kendilerine özel yaşam alanlarıdır. Çocuğunuzun arkadaşlarını tanımanız önemlidir.
* Çocuğunuzun hayallerine değer vermek ve ona karşı umursamaz tavırlarda bulunmamanız gerekir. O hayalin çocuk için çekici olan yanının ne olduğunu anlamaya çalışmak; hayalleri, gelecekten beklentileri paylaşmak, aynı zamanda ergenin ayrışmaya başlayan kendine özgü kimliğini paylaşmanın yolunu açar.
* Ergenlik döneminde bir çocukla iletişim kurarken onun yaşadığı çelişkileri bir bir göstermeye çalışıp onunla bir mantık mücadelesine girmek anlamlı bir çaba olmaz. Çocuğun ihtiyacı olan şey; yaşadığı çelişkinin çözümünü almak değil, bu çelişkiyi yaşıyor olmasını ve duygularını paylaşmaktır.
Ergenlik dönemi; duygusal bağımsızlık kazanma, aidiyet hissini pekiştirmek, cinsiyet rollerinin içselleştirilmesi, çatışan değerlerin uzlaştırılması, beklentilerin- arzuların yeniden değerlendirilmesi ve öz kimliğin netleşmesi açısından sancılı ancak özünde ileriye taşıyan yapıcı bir dönemdir. Anne ve babaların ilgili, şefkatli, sıcak olmaları, amaçlarına ulaşmasında çocuklarına destek olmaları ve tutarlı disiplin sunmaları çocukların bireyselleşme sürecini olumlu yönde etkilemektedir.

Aznif GÜRGEN
Pedagog

Kaynak:
www.İtugvo.k12.tr
www.ctf.istanbul.edu.tr
www.guncedanismanlik.net

 

 

Geri Dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geri Dön

Çocuklarda Yaratıcılığın Gelişimi


Doğuştan getirilen bir yetenek olan yaratıcılık öğrenebilecek bir özellik değil desteklenip geliştirilecek bir yetidir. Yaratıcılık hem düşünsel hem de duygusal yaşamı ifade etmektedir. Yaratıcı bir etkinlik hemen kendiliğinden oluşmaz. Cesaretlendirme ve yol gösterme ile yaşam biçimi halini alan sürekli bir yöntemdir. Yaratıcılıkta özgünlük, olağanüstülük, kural dışılık, sıra dışılık, şimdiye değin olduğundan başka bir biçimde birleştirme gibi özellikler bulunur.
Yaratıcılık hayatın ilk yıllarında çocuğun oyununda özellikle annenin bebeği ile oynadığı oyunlar esnasında kendini gösterir. Yaratıcı davranışın ortaya çıkıp gelişmesinde en büyük rolü bebeğin anne veya yerini tutan kişiyle olan ilişkisi oynamaktadır.
Yaratıcılığın gelişmesinde taklit önemli yer tutar. Çocuklar doğdukları andan itibaren duydukları sesleri, gördükleri hareketleri ve daha sonra da bazı değerleri taklit ederler. Çocuğun taklit repertuarı zamanla gelişir. Oyunlarında yetişkinlerin konuşma tarzlarını, davranışlarını, mimiklerini model almaya başlar. Fakat burada çocuğu istenmeyen modelin etkilerinden korumak gerekir. Çocuk çevresindeki kişileri taklit ettikten sonra zamanla kendi dünyasını oluşturmaya ve hayal gücünü geliştirmeye, çevreden gördüklerini de buna ekleyerek yaratıcılığını kullanmaya başlar. Okul öncesi dönemde kendini ifade etme yolları olan resim yapma, hikaye anlatma, dramatizasyon esnasında çocuk yaratıcılığının en yüksek aşamasına ulaşır.
Doğumdan İki Yaşa Kadar: Ligon'a göre çocuğun hayal gücü ilk yılda gelişmeye başlar. Çocuk bu dönemde nesnelerin isimlerini sorar, yeni sesler ve ritimler oluşturur, bir şey yarattığı zaman onu bitirmeden önce isimlendirmez, iki yaşındayken günlük rutin işleri önceden tahmin eder. Dokunma, tatma ve görme yoluyla her şeyi denemeye heveslidir. Çok meraklıdır. Fakat merakını kendine özgü yollarla ifade eder. Bu dönemde ana-babalara çocuklarıyla basit sözel oyunlar oynamaları ve çocuklarının kendi yarattıkları şeylere verdikleri isimleri soru sormadan kabul etmeleri önerilir. Yine kelimelerin anlam kazandığı bu dönemde çocuklarına kelime öğretmeye çalışmaktan çok, kelimelerle ilgili şarkılar söyleyebilir.
İkiden Dört Yaşa Kadar: Bu dönemde çocuk dünyayı, yaşantıları ve yaşantılarının sözel ve hayali oyunlarla tekrarı sayesinde öğrenir. Dikkat süresi kısadır ve yönlendirilmediği takdirde yaptığı etkinlikler sık sık değişir. Bağımsızlık duygusu gelişmeye başlar ve herşeyi kendisi yapmak ister. Bu durum kendi yeteneklerine güvenmesini sağlar. Çevreye olan merakı hâlâ devam etmektedir. Çevreyi kendine özgü yollarla keşfederken, yetişkinleri bunaltan sorular sormayı da ihmal etmez. Yaşadığı dünyayı keşfederken onunla uyum sağlamayı da öğrenir.
Bu dönemde çocuklara yapılmış oyuncaklardan çok hayal gücünü harekete geçirebilecek, değişik şekiller oluşturulabilecek bloklar verilebilir. Yine ebeveynler çocuklarıyla içinde yaşadıkları dünyayı beraberce keşfetmelidirler. Onları kendi başlarına yapmaları için cesaretlendirmelidirler.
Dörtten Altı Yaşına Kadar: Bu dönemde çocuk ilk defa plan yapma becerisini öğrenir. Önceden bildiği oyunları ve işleri planlamaktan çok hoşlanır. Merakı sayesinde doğruyu ve yanlışı öğrenir, ilişkilerin nedenlerini anlamasa bile olaylar arasında ilişki kurar, hayali oyunda pek çok rolleri dener. Bu yaşlarda diğer insanların duygu ve düşüncelerinin farkında olur ve kendi davranışlarının başkalarını nasıl etkileyeceğini düşünmeye başlar. Bu dönemde sözcük oyunlarıyla, yeni deneyimler yaratıcı sanatlar yoluyla kendine güven gelişebilir.
Yaratıcılık Eğitiminde Ailenin Rolü: Doğduğu andan itibaren bebeğin yeni tanıştığı çevre ile uyumunu sağlamak, ailenin özellikle de iletişiminin daha yoğun olduğu annenin görevidir. Bu nedenle anne bebeği ne kadar küçük olursa olsun onunla oynamalı, ona dokunmalı, onu sesli ve sessiz uyaranlarla tanıştırmalıdır. Küçük ses taklitleri yaparak, ona şarkı söyleyerek sesli uyaranlar vermelidir. Seçilecek oyuncaklar onun duyularına hitap ederken, yaş ve gelişim düzeyine uygun olmalı, yapılandırılmış oyuncaklar yerine kendi kendine yapıp bozarak, takarak, üst üste koyarak oynayabileceği ve yeni ürünler yaratabileceği nitelikte olmalıdır. Oyunlarında sadece anne değil, babası, büyük kardeşleri ve diğer aile üyeleri de rol almalıdır. Ona yapılan örnekler sunmak yerine gerektiği yerde yol göstermek şeklinde küçük yardımlarda bulunularak etkinliği desteklenmeli, olumlu model olunmalıdır.
Aile dışarıdan satın aldığı oyuncakları ya da diğer materyalleri çocuğa sunmanın yanı sıra evdeki ve çevresindeki malzemeleri de kullanarak yeni ürünler yaratmaya çocuğunu teşvik etmelidir. Bunun için evde artık olarak nitelendirilecek plastik kutular ve şişeler, kapaklar, renkli dergi sayfaları, artık kumaş ve yün parçaları, eski giysiler, kuruyemiş kabukları, büyük boy boncuklar, düğmeler vb. gibi malzemeler içindeki atıklar temizlenerek sağlıklı oyun malzemeleri hâlinde çocuğa sunulmalıdır.
Aile çocuğu ile birlikte yakın ve uzak çevresini tanımasına fırsat verici geziler düzenlemeli, çocuğa neye bakması, neyi görmesi, neyi işitmesi gerektiği konularında ona yol gösterici olmalı ve böylece yaratıcılık için çok önemli olan gözlem yapma yeteneği geliştirilmelidir.
Aile bu dönemdeki çocuğun meraklı sorularını bıkmadan ve onun anlayabileceği düzeyde doğru cevaplarla cevaplamalıdır.
Çocuğun bulunduğu ortamdaki çevre düzenlemesi çok fazla düzenli olmamalı ve çocuğa düzeni koruması için baskı yapılmamalıdır. Çünkü çocuklar baskı altında kalmazlarsa yaratıcı özelliklerini kullanıp daha üretken olabilirler.

Yaratıcı bireylerin kişilik özellikleri:
Yaratıcı bireyler genelde kendilerini kabul etme eğilimi gösterirler ve diğerlerinin görüşlerinden çok fazla etkilenmezler, yargılarında bağımsızdırlar, otonomdurlar, yani bağımsız bir şekilde kendilerini idare edebilirler, öz güvenleri yüksektir, deneyime açıktırlar, duygu ve düşüncelerini bastırma eğiliminden kendilerini büyük ölçüde arındırmışlardır, içten denetimlidirler. Yüksek anksiyete gösteren bireylerin ise, genelde özgünlük düzeyleri düşüktür ve sadece doğru cevabı yakalama eğilimi bu bireylerde ağırlık kazanır.
Yaratıcı bireylerin; öğrenmeye hazır, dilde, çağrışımlarda, düşünsel alanda ve anlatımda akıcı, düşüncede esnek ve özgür, meraklı, hayal gücünü kullanabilme, deneme, araştırma, sınama, bulma, kalıplardan kurtulma ve yeni fikirler üretme, farklı olma, yeniliğe karşı istekli olma ve riski göze alma gibi belirgin özellikleri vardır.

Yaratıcılık Nasıl Geliştirilir?
* Yaratıcılığı geliştirmek doğumdan itibaren olması gereken bir süreçtir. Çocuk doğduktan sonra çevre ile uyumunu sağlamak ailenin görevidir. Çocuğa oyunlar ve etkinlikler seçerken, çocuğun duyularına, yaş ve gelişim düzeyine uygun yapılandırılmış oyuncaklar ve etkinlikler yerine, kendi kendine yapıp bozarak, yeni ürünler yaratabileceği nitelikte oyuncaklar ve etkinlikler seçilmelidir.
* Çocuklardaki yaratıcılığı geliştirmek için ailelerin çocuklarına bir hayat keşfine çıkmışlar gibi davranmaları ve hayallerini gerçekleştirmek için onlara yol göstermeleri ve desteklemeleri gerekir.
*Çocuklara kendi bakış açıları ile öğrenmelerine fırsat tanıyın. Kendi yapabilirliklerini ve potansiyellerini görmeleri, keşfetmeleri ve hayatlarında neyi çok yapmak istedikleri konusunda olanaklar sağlayın.
* Çocuklara bir konuyu veya olayı değerlendirirken farklı bakış açılarının olduğunu, bazı konularda doğru veya yanlışı aramamak gerektiğini gösterin. Herhangi bir konuda bilmediğinizi söylemek veya farklı bakış açısını gösteren cevaplar vermek çocukları daha çok araştırmaya ve sorgulamaya itebilir.
* Yaratıcılık ve risk alma birlikte yol alır. Çocuklara; yaşayarak, deneyimleyerek ve denemeyi göze alarak öğrenmeleri için fırsat tanıyın. Onlara oyunlarda veya karşılaştıkları durumlarda nasıl planlayarak ilerleyecekleri ile ilgili destek olun. Sürekli onlar için planlanmış ve organize edilmiş durumlardan kaçınıp doğal süreçlere izin vermeye çalışın.
* Hayatlarında birçok alanda kendileri gibi olabilmeleri ve davranmaları için fırsat verin. Kuralları her zaman önlerine çıkarmayıp yeri geldiğinde onların da kendi kurallarını koymayı sağlayın. Çocuklar her zaman var olan çok sınırlı bir kuralın içinde olmayı sevmez, belli sınırlar içinde özgür olduklarını hissedip kendileri de kural koyabilmeyi bilmek isterler ve kendi seçimlerine göre hareket etmek isterler.
* Çocuklar yaratıcı bir şey sergiledikleri zaman bunu kendi alacakları haz ve memnuniyet için yapmaları gerekiyor. Eğer çocuğu bir yaratıcılığından dolayı ödüllendirmek gerekiyorsa kişisel olarak o çocuğa bunun ne anlama geldiğini fark ettirmek gerekiyor. Bundan aldığı zevki fark ettirmek gerekiyor ki yaratıcılığından vazgeçmesin.
*Çocukların yaratıcılığını geliştirmenin bir diğer yolu da onları fazla eleştirmemektir. Anne-babaların yanlışlara hoşgörü göstermelerinde yarar vardır. Çocuklar mükemmeli yakalamak için baskı altında olmadıkları zaman, yanlış yapmaktan korkmazlar ve böylece denemek için cesarete ve yaratıcı olmak için ise, daha fazla enerjiye sahip olurlar.
* Çocuklara zenginleştirilmiş öğrenme çevresi sunmak önemlidir. Böyle bir çevrede oyuna önem verilir, çünkü oyun çocukların yaratıcı potansiyelini arttıran bilişe ve davranışa ilişkin süreçleri harekete geçirir.

Aznif Gürgen
Pedagog

Kaynak:
www.ustunzekalilar.org
www.dhgm.meb.gov.tr
www.itugvo.k12.tr

Geri Dön

 

 

uggs australia parajumpers long bear moncler jas dames belstaff kopen timberland heren timberland dames belstaff motorjassen timberland sale parajumper jas sale parajumper jas dames parajumper long bear canada goose victoria parka ugg slippers parajumpers heren jas uggs dames
nike huarache dam polo skjorta adidas ultra boost dam nike roshe nm flyknit air max tavas timberland skor nike air max thea jordan skor nike free 5.0 dam nike roshe one dam nike free run flyknit new balance skor louboutin skor nike huarache air jordan skor timberland boots louis vuitton sverige nike air max tavas